4 Şubat 2010 Perşembe

ILICA ŞELALESİ DONMUŞ DİYORLAR!...















































































Önce inanmadım.
Yok, canım olur mu öyle şey dedim.
Ama ya donmuşsa.
Ya gerçekse.
Böyle bir olayı kaçırmak düşüncesi bile uykularımı kaçırmaya yetti.
Ertesi gün,
Kastamonu’da şubat ayının ilk günlerindeyken, tepede bahar aylarından ödünç alınmış bir güneş parıldamakta iken,
Bu emanet güneşe sırtımı verip düştüm yollara.
İlk durağım oyrağın inişinde gördüğüm Devrekâni ovası oldu.
Yaralıgöz, bu gün karlı yüzünü sislerden, bulutlardan oluşan peçesine saklamamış. Açmış örtüsünü ve olanca haşmetiyle etrafa bakmakta.
Bir selam verip yola devam ettim.
Yol uzun arada bir durmak icap ediyor.
Biz de Azdavay’da bir çay molası verelim deyip, bir mahalle kahvesinin önündeki masaya oturduk.
Yan sandalyede bir karış sakalı her daim gülen yüzüyle biri,
—Merhaba dedi hoş geldiniz adım Cemal herkes bana davulcu Cemal der.
Çayımızı paylaştık davulcu Cemal’le
Cemal’de zaman da hikâye de bol. Anlatıyor da anlatıyor. İstanbul’a davul almaya nasıl gittiğini niye alamadan geldiğini mimiklerle, el kol hareketleriyle bir meddah ustalığıyla anlatıyor.
Neşeli, eğlenceli bir halk adamı. Bir ara ayağa kalkıp göbek figürlerinden bir iki örnek bile veriyor.
Kahvedekiler takılıyor.
—Cemal sen çay ısmarladığına göre kıyamet yakın diyorlar.
Cemal tınmıyor bile. Yan gözle laf atanları şöyle tepeden bir bakışla süzüp bana anlatmaya başlıyor. Ama deminden beri hararetle anlattığı konuyu çoktan değiştirmiş bile,
—Festivalde öyle bahşiş topladım ki paradan bıktım ben diye başlıyor anlatmaya. Ama aslında bana değil de, bana anlatır gibi yapıp yan masaya anlatıyor.
Sohbet çok tatlı ama donmuş bir şelale beni beklemekte.
Yola çıkmak gerek.
Biz de Cemal’le vedalaşıp çıkıyoruz yola.
Bir dağ yamacına sıralanmış bir dizi ev gözükünce anlıyorum ki gelmişiz Pınarbaşı'na.
Bütün bir yol boyunca aracın içinde bizi ısıtan güneş artık dağların ardına çekilmek üzere. Vakit az. Yol uzun.
Ilıca Şelalesi yoluna girmişken ağaç evden oluşan köprüsüyle Park Ilıcayı görüyor uzaktan Sabri Beye bir selam veriyorum. Mayıs ayında foto yarışmasında görüşeceğiz diyorum.
Tepedeki o muhteşem manzaraya sahip ahşap evin sahibi, eski avcılardan ve eski Muhtar Murat Beye üç kız kardeşe, Halil beye kısaca tüm şelale yolundaki eski dostlara onlar duymasa da bir selam verip dalıyorum ılıca yazılı tabelanın gösterdiği yola.
Yol desem de anlayın burası bir patika ve benden başkasının da izi yok.
Şelalenin çağıldayan sesi çok uzaklardan bile duyuluyor.
Yol üstü çamur kenarları ise kar. Arada bir kayıp düşme tehlikesine karşın dallardan tutuna tutuna ilerlerken çamur da ayağımızdan tepemize doğru yol alıyor.
Yosun tutmuş asırlık çınarlar ve kulakları sağır edecek derecede artan ses artık şelaleye geldiğimizi anlatıyor.
Yazın bir oluktan akan su şimdi tüm kanalı kaplamış. Eriyen karların oluşturduğu çamurlu kahverengi su müthiş bir coşkuyla yüksekten aşağı dökülüyor.
Doğanın bu müthiş gücü karşısında nutkum tutuluyor.
Bu şelalenin buz tutması bence çok zor.
Buna pınar bebek bile inanmaz.

Ama ya bir de donarsa…

1 yorum: