23 Ekim 2010 Cumartesi

İlkbaharı yaşamayan ilçe: Ağlı

Ağlı Belediyesinin sitesinde ilçenin coğrafi özellikleri tanıtan sayfasında şöyle bir ifade okuyunca gülümsedim.
“Ağlı ve çevresinde bir yılda üç mevsim yaşanır. Genelde kış mevsimi kasım ayında başlar, nisan ayı sonuna kadar devam eder. Kar erken yağar, geç kalkar. Yörede ilkbahar mevsimi hiç yaşanmaz.”
Üç mevsimli ilçemizdeyim. Belediye Başkanı Muharrem Dinç’in odasında Ağlı’yı konuşuyoruz.
Muharrem Dinç eski bir gazeteci, üç yıl Ağlı adına bir gazete çıkarmış. Kas-Der Dergisi genel yayın yönetmenliği yapmış. Kas-Dost isimli Kastamonu adına bir dergi çıkartmış. Çeşitli yerel dergi ve gazetelerde köşe yazarlığı yapan başkan, Mavi Karadeniz Televizyonunda her cuma akşamı yayınlanan Kastamonumuzun kültürünü, tarihini, folklorunu, derneklerini tanıtan Kastamonu Yıldızı programının yapımcılığını ve sunuculuğunu yapmış.
Başkan dertli mi dertli.
Bir harita çıkarıp gösteriyor:
“Nüfusumuz belli... 3 bin 300 kişiye hizmet veriyoruz. Ancak bunun 2 bin 100’ü ilçe merkezi dışındaki yerleşim yerlerinde yaşıyor. Küçücük bir ilçe olarak görülüyoruz. Fakat çok dağınık bir yerleşim alanına sahibiz. Halen 120 kilometre yol ağımız, 10 mahallemiz bulunmaktadır. Bağlı ünitelerle birlikte 54 yerleşim yerimiz var.
Bakın mahallelerimizin yerleşim haritasını görüyorsunuz 15-20 km ilerideki yerleşim yerleri bile bize bağlı mahalle. Tüm bu yerleşkelerin altyapı ve tüm belediyecilik hizmetleri bizden beklenmektedir. Biz küçük ve imkânları kısıtlı bir belediyeyiz.”
Başkan anlatıyor ben dinliyorum.
“Gel” diyor “Seninle bir mahallemize gidip olayı yerinde anlatayım.”
Aşağı iniyoruz makam aracı olarak kullanılan eski sayılabilecek bir otonun başına geliyoruz. Makam şoförü ve belediyedeki herkesin birkaç işi birden yapmak zorunda olduğunu belirtip,
“Bugün buranın pazarı, şoför başka bir iş için görevlendirdim” diyor ve direksiyona kendisi geçiyor.
“Bunu ve bir pikabı İstanbul Belediyesi’nden hibe olarak aldık. İstanbul ilçe belediyeleri ile iyi bir ilişkimiz var. Hurda durumda olan cenaze aracımızı Sultangazi Belediyesi revizyondan geçirdi. Araçlarımızın tamir bakım konusunda ilçe belediyeleri bize destek oluyor.”
Soyadı gibi dinç bir şekilde araca binip yola koyulduk. Selamlı yoluna dönünce, Başkan eski bir mermer ocağının kalıntılarını işaret etti.
“Buradaki şirket ocaktan çıkan mermerin kalitesini yeterli bulmayıp terk etti. Ancak geride bıraktıklarını görüyorsunuz” diyerek araziye bırakılan parçaları ve açık ocağı gösterdi.
İleride bir başka mermer ocağı daha açılmış. Birincisinin aksine dünyanın en kaliteli mermerlerinden biri çıkıyormuş. Üstelik işletmecileri arasında Çinliler de varmış.
Selamlı’nın bir mahallesine geliyoruz. Kayalık bir bölgenin altında kurulan bir yerleşim ünitesi. Üstte bir kaya var ki yuvarlak şekilli üflesen düşüverecekmiş gibi görünüyor. Başkan diyor ki, “Bu kayanın düşüp bu mahalleye zarar vermemesi için yapacağımız tek şey dua etmek. Gereken tüm yazışmaları müracaatları yaptım, şimdiye kadar bir sonuç alamadım.”
İlgimi çekiyor, Başkanla birlikte kayanın tepesine çıkıyoruz. Altta büyük çatlaklar, kırıklar oluşmuş. Kayanın son durumunu bilmem ama manzara nefis. Çıkıp üstüne etrafı şöyle bir seyrediyorum.
Başkan uyarıyor:
“İn oradan aşağı, ne olur ne olmaz!”
Ağlı üç mevsimi, dünyanın en kaliteli mermeri, kalesi, panayırı, kızak yarışıyla aslında turizmden epey bir pay almaya aday ilçemiz.
Tek eksiğimiz öncelikle tanıtım, sonrasında tesis.
Haydi, hep beraber bir el atalım.

21 Ekim 2010 Perşembe

NASRULLAHTA İSİMSİZ BİR İHTİYAR

Sonbaharın bu güzel günlerinde şehirde kalmanın burukluğu içinde Nasrullah Meydanı’na doğru yürüyorum. Kuyruğa girip Tekeli’den sıcak bir simit aldım. Meydanda sırtımı kaleye verir, bir demli çayla bu güneşli sonbaharda simidimi yerim diye düşündüm. Simit elimde şadırvanın yanından geçip giderken güvercinler tepemde şöyle bir dolandılar. Benden yem çıkmayacağını anlayınca hemen elinde yemle onlara koşan çocuğun etrafında kümeleştiler.
Simitle birlikte çay ocağına doğru giderken bankta oturan biri dikkatimi çekti. İhtiyar bir amca tek başına oturmuş bir yandan gelen geçene bakıyor, bir yandan da sigara tüttürüyordu.
Ama öyle dertli içiyordu ki, dayanamadım. Müsaade isteyip oturdum yanına. Uzattım simidimi,
- Bölüşelim mi baba, dedim.
- Yok, evlat dedi.
- Karnın açsa gidelim şuradan bir çorbacıya, deyince güldü.
- Nerelisin bakayım sen deyince aramızda sıcak bir bir muhabbet, samimi bir diyalog oluştu.
Ben O’na beni anlattım. O bana kendini. Kulağı ağır işitiyordu o yüzden tüm Nasrullah’la paylaşıyorduk dertlerimizi.
“İçmesen şu sigarayı bak öksürüyorsun” dedim duymazlıktan geldi. Ben de fazla üstelemedim.
Ağzında sigara elinde baston uzaklara bakıp bakıp dalan ihtiyara sordum,
- Baba ismin nedir?
Duymamış gibi davrandı.
Daha doğrusu hiç oralı olmadı. Sigarasından derin bir nefes alarak anlatmaya başladı:
- Anamdan doğalı 88 yıl oldu evlat, Karaçomaklıyım. Bizim oraları duydun mu, bilir misin?
- Bilmem mi az balık tutmadım barajında dedim.
- Yok, bu orası değil biraz daha yukarıda bir köydür. Karaçomak deresi bizim köyden doğar o yüzden baraja ismini verdiler.
Geçmişten, bu günden kaybettiklerinden bahsederek çok şeyler anlattı kısa zamanda. O anlattıkça ben şunu anladım ki,
Mutluluk, akşamları kapıyı açtığında sıcak bir yuva bulmakmış. Zenginlik ise evde bir ses, bir nefes olmasıymış.
Uzun bir hayatın en büyük riski ise sevdiklerinin bir bir göçmesine tanık olmak, acılarını yaşamakmış.
İhtiyarlıkta en büyük dert ise ne hastalık, ne parasızlık sadece ve sadece yalnızlıkmış.

Usulca kulağına fısıldadım.
- Gel gidelim seni yatıralım yaşlılar evine, diye.
- Olmaz gitmem, dedi.
Bu günlerde Nasrullah Meydanı’nda bankta oturup güvercinleri seyredenler arasında dertli dertli sigara içen bir ihtiyar görürseniz, bilin ki o benim “İsimsiz İhtiyar”ımdır.
Benimle simidimi değil ama kendi yalnızlığını paylaştı.
Özdemir Asaf ne demişti:

“Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”

Bir bankta paylaşılan, bir simit yeme süresi kadar zamanda yalnız değildik.
İkimiz de.




10 Ekim 2010 Pazar

“İHTİYARLIK, YALNIZLIK BİR DE BEN, BİR DE KARASEVDA”



İhtiyarlık, yalnızlık, bir de ben,

Bir de karasevda dördümüz konuşmadan yan yana yürüyoruz.

Her birimiz tek başına yürüyor ama yan yanayız,



Yaya dönüyoruz

Dördümüz

İhtiyarlık

Yalnızlık

Bir de ben,

Bir de karasevda.

N.HİKMET…

Karaçomak kenarındayım. Yürüyorum çınarların gölgeliğinde. Hava akşam, hava soğumuş, herkes hızlı hızlı gidiyor, acele ediyorlar, varmak için evlerine.

Bir ben aheste aheste gidiyorum.

Acelem de, beni bekleyen de yok.

Yoldaşım çınarlarların konuşup dertleştiğim yaprakları bir bir uçmaya başlamışlar bile. En ufak rüzgârda kendilerini, bazen yerde, bazen de derede buluyorlar

Arada bir yağmur atıştırıyor.

Yanımda kimse yok.

Yalnızım.

Aklıma bu şiir geliyor. Nazım Usta doğru söylemiş. Yalnızım dediğim anda hemen yanı başımda birilerini duyuyor, görüyorum. Yanımda yürüyenler de kim.

İhtiyarlığım mı?

Yalnızlığım mı?

Karasevdam mı?

Yoksa hepsi birden mi takılmış peşime.

Konuşmadan yürüyoruz. Ne ben onlardan ayrılabiliyorum ne onlar beni terk ediyor.

Eve yaklaşıyoruz.

Camlarda hiç ışık yok.

Yine de her zamanki gibi zili çalıyorum.

Anahtarla kapı açmak zoruma gidiyor.

Kedilerden başka ev arkadaşım kalmamış.

Bir de kapıda hemen arkamda bekleyenler var.

Kapıyı açık tutuyorum gelsinler diye.

İhtiyarlığım, yalnızlığım bir de karasevdam, bir de ben eve girip oturuyoruz.

Konuşmuyoruz hiç,

Odada sadece bir kedi mırlaması,

Bir televizyon sesi var.

Mutfak sessiz, odalar ışıksız,

Ve biz dördümüz ihtiyarlığım, yalnızlığım bir de karasevdam, bir de ben sessizce oturuyoruz.

Sessizce oturuyoruz.

Bir kedi mırlaması

Bir televizyon sesi var.

,…