29 Ağustos 2009 Cumartesi

KURTULUŞ SAVAŞINDAKİ MEÇHUL KAHRAMANLAR..TOSYALI DELİ ÇEPNİ..



















































































































































































































KURTULUŞ SAVAŞINDA BİR TOSYALI
DELİ ÇEPNİ
Kastamonu-Tosya Çepni köyündeyim. Bu köyün adı bana hiç yabancı gelmiyor. Biraz araştırınca aradığımı buluyorum. Bakın neymiş bu Çepni.
“Çepni boyu, Oğuz Kağan Destanı'na göre Oğuz Türklerinin 24 boyundan biridir ve Kaşgarlı Mahmud'a göre Divân-ı Lügati't-Türk'deki yirmi iki Oğuz bölüğünden yirmi birincisi; "Çepni"lerdir.”
"Çepni" kelimesi düşmanla savaşan anlamında kullanılmıştır. Çepni boyunun özelliği "nerde yağu görse orda savaşır" olarak anlatılmaktadır.”
“Çepniler; 1071'de Anadolu'nun, 1277 yılından itibaren de Sinop'tan Trabzon'a kadar olan Karadeniz Bölgesi'nin fethedilmesinde çok aktif görevler üstlendiler. 1277 yılında Sinop'a saldıran Rum Pontus İmparatorluğu'nun ordusunu bozguna uğratmışlardır. Büyük çoğunluğu Karadeniz bölgesinde yaşar."Çepni" kelimesi Anadolu ağızlarında düşmanla savaşan anlamında kullanılmaktadır.
Tosya’dan İstanbul yoluna çıkıyoruz. Trafik çok sıkışık. Nalbantoğlu tesislerini geçer geçmez sola dönüyoruz. Yol asfalt. Derenin üstündeki köprüden geçip yukarıya tırmandıkça aşağıdaki Tosya ovasının güzelliğini daha iyi görebiliyoruz.
Çepni köyü Tosya’ya 16 km uzaklıkta sarp kayalıklar arasına kurulmuş şirin bir köy. Köyün görünümü çok güzel. Dışarıya çok fazla da göç vermemiş. İlk Okul açık. Köyde halen bir hızar çalışıyor. Yeni evler yapılıyor eskiler onarılıyor. Hareketli canlı bir köy. Gelir kaynakları ise genelde hayvancılık Söylenenlere göre Bal kabağı ve kızılcıkları da meşhurmuş.
Köyün altında bir yerleri gösterip anlatıyorlar. Eski Çankırı yolu buradan geçermiş. Rivayetlere göre çok çok eskiden köy daha aşağıda kervan yolu üzerindeymiş. Çepni’lerin savaşçı özellikleri yüzünden çocukları sık sık kervanlar tarafından kaçırılınca köyü şimdiki yerlerine taşımışlar.
Recep işte böyle bir köyde böyle bir genetik mirasla doğmuş. Değirmenci bir babanın oğlu olan Recebin ataları da yüzyıllardır bu köyde değirmencilik yaparmış. Recep daha çocukken göze batmaya başlamış. Yaşıtlarına göre daha bir gösterişliymiş. Kısa zamanda boylu boslu güçlü kuvvetli bir delikanlı olmuş çıkmış. Değirmende ağır un çuvalları ona kuştüyü yastık gibi gelirmiş. Köy yerinde hemen başını bağlamışlar daha yaşı on beşi bulmadan evermişler Recebi.
Köyün kıyıcığında derenin hemen yanındaymış değirmenleri. Recep, o değirmenin her taşını, toprağını, kiremidini, değirmenin çarkını taşını bilirmiş. Duvarlarındaki her taşı, ezberlemiş. Değirmenin önünde söğüt, ceviz ağaçlarının serin gölgesinde, çeşmenin başında oturup kuşların sesini dinlermiş. Öğle vakti gelince gözü tahta köprüde olurmuş. Eşi, evdeşi, sevdalısı azığını getirirmiş o köprüden.
Kundakta bir de bebekleri varmış. Öpmeye kıyamadığı koklamaya doyamadığı.
Bir zaman sonra. Haber gelmiş köye. Yetiş ey vatan evladı. Memleket işgal altında kurtuluş günü bu gündür. Demişler. İşgal nedir bilmeyen bir memlekette yaşayan biri olan Recep anlamamış ama genetik mirası savaşçı kişiliğini derinlerden bir yerden çıkarmış.
Ne de olsa O bir Çepni’ymiş.24 Oğuz boyunun en cengâver soyuna mensup bir soydan geliyormuş.
Kundaktaki bebeğini Tosya Çepni köyünde bırakıp Kurtuluş Savaşı için Eskişehir, Afyon cephelerine koşmuş.
Boylu boslu gözü kara bu delikanlıyı Türk ordusunda en kıymetli silahlardan olan Maksim Makineli tüfek yardımcısı olarak vazifelendirmişler. Usta asker olan Mehmet Çavuşla birlikte cepheden cepheye koşmuşlar.
Bir yanda soyundan gelen kanın damarlarında deli deli aktığı savaşçı Deli Çepni var.
Bir yanda 17 yaşına yeni giren kundakta ki bebeğinin babası Değirmenci Recep var
Savaş alanında Deli Çepni’nin gözü kararıyor. Atların kişnemeleri, havaya uçan başlar, kollar, genizi yakan barut kokusu hiç biri etkilemiyor. Kan içip barut soluyor. Tüm bunları yaparken yüreği taşlaşıyor. Gözü hiçbir şey görmüyor.
Ancak.
Afyon ovasında gün batıp ta akşam çöktüğünde,
Bir hüzün doğuyor gözlerine. Değirmenci Recep köyünü düşlüyor. Tahta köprünün üstünde azığını taşıyan eşini, taşını çarkını ezberlediği değirmenini düşlüyor. Çeşme başında serin gölgelerin altında değirmenin çıkardığı sesleri dinlerken, eline yüzüne bulaşan o ak unları düşlüyor. Kundakta bıraktığı bebesini, onun kokusunu düşlüyor.
Kurtuluş Savaşının en sıcak anları yaşanmaktadır. İnönü Savaşları sürmekte. Bir millet var olma savaşı vermektedir. Maksim marka makineli tüfek Mehmet çavuşla meydanda ölüm saçmaktadır. Recep makineliye mermi yetiştirebilmek için kan ter içinde koşturmaktadır. Maksim makineli ölüm kusar işgalcilere.
Düşman da boş durmaz tabi. Komutanları bağırmaktadır. Susturun şu maksimi yoksa hepimiz kırılacağız demektedir. Hep birlikte kurşun yağdırırlar üstlerine ölüm yağdıran sipere.
Bir zalim kurşun, bir yağlı kurşun gelip bulur Recebin komutanının, ustasının, Mehmet Çavuşun o öpülesi alnına…
Hani Akif der ya. Aynen öyle. Mehmet Çavuş’ta Vurulup tertemiz alnından uzanıp yatar. Mehmet Çavuş makinelisinin üzerine uzanmış bırakmamış son nefesinde bile silahını.
Düşman sevinçli, nasıl sevinmesinler susturmuşlar ölüm makinesini. Hücuma kalkıyorlar.
Ama bilmedikleri bir şey var; karşılarında bıyığı terlememiş bile olsa Oğuzların en gözü kara boyunun evladı duruyor.
Recep yanı başında yatan yoldaşını, ustasını, kumandanını, Mehmet Çavuşunu sımsıkı tuttuğu bırakmadığı makinelisinin başından zoraki ayırır. Ellerinde Mehmet çavuşun henüz soğumayan kanı vardır.
Gözleri alev alev yanarken, içindeki aslan uyanır. O Deli Çepni kanı damarlarında daha bir sıcak akmaya başlar. Makinelinin başına geçer.
Susturdukları sandıkları makinelinin sevinciyle siperden çıkan düşman daha birkaç adım atamadan Maksim makinelisinin korkutucu sesini ve mermilerinin vızıltılarını duyarlar ama artık çok geçtir.
Ekine giren bir orak gibi sapır sapır dökülürler. Ağustos güneşi görmüş kar gibi erirler. Sipere kendilerini atabilenler şanslı olanlardır.
Bu durumu gören kumandanı sevinçle Recep’e seslenir.
—Hey bre Değirmenci Recep bu gün burada tarih yazdın der. Recep elini tetikten gözünü düşmandan çekmeden dişlerinin arasından fısıltıyla cevap verir.
—Kumandan, kumandanım Değirmenci Recep değil…
—Benim adım Deli Çepni.
Ama düşman da kendini toparlar toparlamaz bu deliyi de susturmak için varını yoğunu ortaya koyar. Artık siperden çıkamadıkları için iş topçulara kalmıştır. İşte düşman topçuların tek hedefi artık bu makineli tüfektir. Yoğun bir atış başlar. En sonunda birisi isabet eder.
Deli Çepni sadece önündeki toprağın havaya kalkışını görmüştür. Sonrası sadece bir boşluktur, karanlıktır hatırlayamadığı. Maksim makineli susmuştur. Ancak Makineli sussa da kazanılan zaman zarfında takviye birlik çoktan gelmiş. Siperden çıkan düşmanı önüne katıp kovalamaya başlamışlardır bile. Deli Çepni görevini tamamlamıştır.
Recep hastanede gözünü açar. Daha doğrusu tek gözünü. Şarapnel gözünü parçalamıştır. Kalkmak ister kalkamaz bacağı boydan boya sarılıdır. Aylarca hastanede yatar.
Sonra Savaş bir gün biter köyüne döner. Savaş alanlarının Deli Çepni’si Recep tekrar Değirmenci Recep olmuştur. İlave bir isim daha almıştır. Kör değirmenci. Üstelik bacağının bir tarafı komple soyulmuş et kalmamış sadece deri tutar olmuştur.
Devletten bir şey istemese de gazi maaşı harp malulü aylığı almaktadır. Köyde civarda herkes dost değildir. Devletin verdiğini (742 kuruş) maaşı kıskanırlar. birileri onu şikâyet ederler. Derler ki bu savaşmamıştır.
Değirmenci Recep bir kez daha Deli Çepni olmuştur. Savaş alanında yıkılmayan devi bu sözler yıkmıştır.
Şahit isterler
—Şahidim önce Allah’tır. Sonra Afyon’da meydan muharebesinde siperde akıttığım kanımdır. Şarapnelin alıp götürdüğü gözümdür, bacağımın yarısıdır der. Der ama dinleyen kim. Yine inandıramaz kimseyi O da tutar kumandanına bir mektup yazar.
Kumandan öyle bir mektupla cevap verir ki Askerler başlarında taşıyıp köye getirirler.(O Mektubu yakınlarından istedim aile bu konuda bana söz verdi bulunca bir kopyasını gönderecekler.) Olay bu şekilde tatlıya bağlanır.
Savaş alanlarının Deli Çepni’si, Değirmenci Recep Dayı olarak uzun yıllar, Değirmeni, tahta köprüsü, deresiyle mutlu bir hayat yaşar.
Zamanla değirmen teknolojiye yenik düşer. Göçler olur. Hem değirmen hem Recep Dayı unutulur. Derken birileri organik un yapmak için eski değirmeni faal hale getirmek isterler. İşte o zaman bu hikâye açığa çıkar.
Şimdilerde Recep Dayının torunu bu değirmeni hayata geçirmeye çalışıyor. Geleneksel usullerde üretim yapacak olan bu değirmende tekrar çarklar dönmeye başlarsa, ilk isim önerisi benden olsun.
Adına “DELİ ÇEPNİ DEĞİRMENİ” diyelim. Çeşmenin başına, başta köyün adı ve menşei sonra değirmenci Recep Dayının hayat hikayesini anlatan bir plaket konsun. Bir de var ise resmi konulsun.
Bu vatanı kuranları, kurtaranları unutmayalım. Meçhul Kahramanlar olarak kalmasın.
Yerel tarihimize kahramanlarımıza sahip çıkalım.

27 Ağustos 2009 Perşembe

KASTAMONU KALESİNİN ULUBATLISI YUNUS MÜREBBİ

























































































































Yıl 1204 Yer Kastamonu Kalesinin önü.Kalede Bizanslılar ovada Çobanoğlu Hüsamettin Beyin askerleri bulunmakta.
Karaçomak Deresinin iki yanına kurulmuş yüzlerce çadırda, binlerce asker yeni bir güne uyanıyorlar.
Ilgaz Dağının karlı tepesi aydınlanmamış, gün henüz ağarmamışken, sabah ezanı okunmaya başlıyor. Çadırlarından bir bir çıkan yiğitler derede sakin ve tevekkül içinde abdest alıyor. Ordunun tam ortasında bulunan büyük otağın perdesi aralanıyor. Üzerinde kefen niyetine giydiği bembeyaz elbisesiyle Türkmen lideri Hüsamettin Çoban Bey çadırından çıkıyor. Canının sıkkın olduğu yüzünden belli. Atabey ovaya yayılmış askerlerine bir baba şefkatiyle bakarken yüzüne bir hüzün çöktü. Ilgaz’ın üstünden doğan güneşi şu abdest alan askerlerinden kim bilir kaçı bir daha hiç göremeyeceklerdi.

Türkmen sipahileri günlerden beri kaleye hücum etmelerine rağmen değil kaleyi almak yaklaşamıyorlardı bile.
Hüsamettin Çoban Bey her akşam toprağa verdiği şehitlerinin cenaze namazlarında dimdik ve vakur dursa da, akşam çadırına çekildiğinde bu şehitleri için öksüzleri için sessiz sessiz ağlıyordu. Bu kale alınmalıydı bu şehitlerin akan kanı boşa gitmemeliydi.

Yunus Mürebbi bir nalbant çırağıydı. Cephe gerisinde görev yapan daha bıyıkları bile terlememiş bir delikanlıydı.
Günlerden cumaydı.
Hüsamettin Çoban Bey komutanlarıyla toplantı halindeydi. Kalenin fethedilmesi için planlar yapılıyor hararetli konuşmalar oluyordu. Birden çadırın perdesi açıldı.
Yunus Mürebbi içeri girerken koskoca komutanlar şaşkınlıkla birbirlerine bakakaldılar.
Kimdi bu haddini bilmeyen genç, hangi cüretle kumandan çadırına girebiliyordu.
“—Beyim! Ata Beyim! Destur almadan başbuğun yanına girmek bize yakışmaz ama çok önemli. Bu günkü hücumda ordunun bayraktarlığını bana bağışlayın.
Çadıra destursuz dalan bu genci iyi bir azarlamak üzereyken söyledikleri karşısında ister istemez gülümsedi.
—Hey bre deli oğlan kimsin ne iş yaparsın sen.
—Nalbant çırağıyım Beyim! Ata Beyim! Adım Yunus’dur.Mürebbilerin Yunus.
Savaş meydanlarının koca kumandanı, Türkmen Sipahilerinin efsanevi lideri, Ata beyi
—Var git evlat, senin bu yaşta askere bile alınmamam gerekti. Ben sana o görevi vermem, veremem.
Yunus Mürebbi bir deli oğlan. Bir nalbant çırağı, bıyığı terlememiş bir delikanlı. Büyüklerinin gözüne bakamayan mahcup delikanlı. Elini önünde bağlamış beklemekte.
Ordudaki herkes bilirdi ki Atabeyin bu sözünün üstüne söz edilmezdi. Susulur emre uyulurdu.
Ama öyle olmadı.
O delikanlı gözlerini Atabeyinin, Başbuğunun gözlerine dikerek bana bu görevi siz değil başkası verdi.
Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Atabey Hüsamettin artık kızmaya başlamıştı.
—Kim verdi bu görevi sana dedi.
—Ata Beyim! Bu gece rüyamda Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’ i görmekle şereflendim! Yarın bana kavuşacaksın Yunus! Fakat elinde bayrakla gel! Buyurdu...

“Kaleye o gün daha farklı bir hücum başladı. Bayraktar olarak en önde bir delikanlı gidiyordu. Belinde urganı elinde kılıç burçların altına kadar gelmişlerdi bile.
Deli Sungur, Derviş Musa ve Kara duran Beyler; sancağı taşıyan Yunus Mürebbi’yi himaye etme gayretindeydiler. Çünkü bu gün zaferin geleceğini ve bu zaferi getirecek ilk hamlenin de bu yiğit çocuktan geleceğini biliyorlardı. Bu üç beyin sadaklarından çıkıp yaylara gerilen oklar, Yunus Mürebbi’yi hedef alan her Bizans askerini tek tek yere seriyordu. Bir ara, belindeki urganı surların tepesine ulaştırmaya muvaffak oldu Yunus Mürebbi... Ve sanki kuş olup kanatlanmışçasına, çok kısa bir süre içersinde surların sağ burcuna ulaştı. Sancağı çok büyük bir heyecanla dikti burcun tepesine... Artık, Hz. Peygamber (S.A.V.) in verdiği vazifeyi tamamlamış sayılırdı http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Kastamonu_tarihi”
“Elindeki kılıç ile hantal kale kapısının yağlı halatlarını kesti ve kapı açıldı. Açılan bu kapıdan Türk askerleri girerek kale fethedildi. Çobanoğlu Hüsameddin Bey, sağ burca geldiğinde bu genç yiğidin vücudunda pek çok ok olmasına rağmen sancağı dimdik tuttuğunu gördü. Yunus Mürebbi şehitlik makamına Peygamber efendimize kavuşmuştu.
Kaleye çıkarsanız sağ taraftaki burcun üstünde isimsiz bir mezar görürsünüz. Başında bir bayrak dalgalanır.
Derler ki bu mezar Kastamonu Kalesinin Ulubatlısı, Nalbant çırağı Yunus Mürebbi ‘ye aittir.
Bayraklı Sultan diye bilinse de hikâyesini bilen pek olmaz.
Ruhun şad olsun şehidim.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

ŞENPAZARIN YAĞMUR GÖZLÜ ŞENBEBEĞİ..
















Şenpazar’da yöresel kıyafetler giydirilmiş oyuncak bebekler var. Adı Şenbebek.





İlçeye gelen turistler, misafirler oldukça ilgi gösteriyorlar. Bence Barbi bebekten daha güzel. Şenpazar’dan dönüyorum yolda bir Anneanne ile torun görüyorum. İkisi de yöresel kıyafetli. Hemen durup Bebeği fotoğraflamak istiyorum. Kucaktan inmiyor. Anneanne fotoğraf çektirmek istemeyince bebeği yere koyuyoruz. İşte o anda olanlar oluyor.Adının Yağmur olduğunu öğrendiğim bebeğimiz bir ağıt koyuveriyor ki abartmaksızın taa Kastamonu’dan duyulur. Sus diyoruz fayda etmiyor, rüşvet kabilinden şeyler teklif ediyoruz bana mısın demiyor.





Yağmur bebek gözlerinden yağmur gibi döküyor. Hemen anneannesine koşuyor.





Yağmur’un O güzel yağmur’lu gözlerinden öperim.





Balıkçı Şef..

21 Ağustos 2009 Cuma

İLK ORUÇ İLK İFTAR..











Ramazan bu sene sıcaklara denk geldi. İlk gün şehirde bir hareketlilik vardı. Özellikle iftariyelik satan dükkânlar rağbetteydi. Kastamonu pastırması fiyatıyla cep yaksa da vatandaşlar tarafından gram gram da olsa alınıyordu. Hurma, peynir zeytin herkes kesesine göre akşama bir şeyler alıyordu.
Akşamüzeri bir başka telaş başladı. Geleneksel hale gelen pide alma mücadelesi. Fırınların önü tıklım tıklım. İnsanlar bir an önce pideye kavuşma yarışı yapıyorlar. Sanayideki Meşhur Trabzon ekmeği yapan fırınlardan Emeksizoğlunun içine giriyorum. Bir kalabalık herkes bir şeyler istiyor. Fırından çıkan sıcacık pideler kapışılıyor. O sırada fırın sahibi Lütfü Bey geliyor.
—Ramazan ayınız mübarek olsun yine telaştasınız diyorum.
Ellerini iki yana açıyor
—Şükür bu günlere kavuşturana. diyor.-Niye bu kadar kalabalık diyorum.Halkımız bizi tercih ediyor bizde elimizden geldiğince bu teveccühe layık olmaya çalışıyoruz diyor.Pide almak için araya torpil koyanlar tanıdıkla gelenler ne ararsanız var.Dediğim gibi bu pide kuyruğu,bu pide alma mücadelesi artık ramazanın geleneksel davranışlarının arasına katıldı.
Pideyi alıp eve geldim. Televizyonun karşısında oturup bekledik.
Saat 19 45 Kastamonu için iftar vakti.
Camilerin minareleri aydınlandı, hoca ilk ezanı okudu.
“Allah’ım senin rızan için oruç tuttum sana inandım sana güvendim. Hamdolsun verdiğin nimetlere” deyip. Besmeleyle hurmayı ağzımıza attık.
Allah tüm inananların orucunu kabul etsin..

NASRULLAHTA İLK TERAVİH.
















Evden oğlumla birlikte yola çıktığımız da Akşam çoktan olmuş, yatsı ezanının okunması da yakındı. Bu ramazanın ilk teravih namazı için Nasrullah Camisine doğru yola çıktık. Acele ediyorduk çünkü vakit dardı.
Cemaat çoktan camideki yerini almış kürsüde il Müftümüz Sn. Fuat ALTINDAŞ güzel bir konuşma yapıyordu. Bu ramazanda Nasrullah Camisi, Yılanlı cami ve Şeyh Şaban-ı Veli camisinde hatimle teravih kılınacağını anlattı. Üst kat kadınlara ayrılmıştı ve epeyce doluydu. Bizde duvar dibinde bir köşeye iliştik. Namaz başlayınca saf tutuldu, önlerden boşalan yerleri doldurmaya başladık. Birden kendimi Nasrullah Kürsülerinden birinin altında buldum. Ürperdim. Sanki Mehmet Akif ERSOY o kürsünün üstünden bana bakıyordu. Bu camiden tüm ülkeye o meşhur çağrısını yapmıştı.
Hani demişti ya.
“Ey cemaati müslimin! Hepiniz bilirsiniz ki, buhranlar içinde çırpınıp duran bu din-i mübin bizlere Allah`ın emanetidir. Kahraman ecdadımız bu Allah emanetini korumak uğrunda canlarını feda etmişler. Kanlarını seller gibi akıtmışlar. Muharebe meydanlarında şehit düşmüşler; İslam’ın bayrağını yerlere düşürmemişler. Mübarek naaşlarını çiğnetmemişlerdir.”
Kürsünün manevi gölgesine sığınıp ilk teravih namazımızı eda ettik.
Yarın ilk oruç.
Tüm İslam âlemine, ülkemize, Kastamonu’muza kutlu ve mutlu olsun.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

CİDELİ ASTOR CENGİZ..




























































































Cide’de limanda Gideroslu Kazımın teknesindeyim. Önümdeki tabakta kalan son mezgitleri mideye indirmekle meşgulken karşıda bir hareket dikkatimi çekti. Biri serpme atıyordu.
Hemen elimde, önümde ne varsa bırakıp makinemi alıp serpmecinin peşine düştüm. Liman içinde beline kadar suyun içindeyken seslendim.
—Merhaba Kolay gelsin balık çıkıyor mu?
Uzun boylu, oldukça yapılı kırk yaşın üzerinde gözlüklü biri elindeki serpmeyi şöyle bir tarttı. Suyun içinde sesimin geldiği yöne dönüp şöyle bir göz gezdirdi tanıdık biri mi diye baktı. Güneşten kamaşan gözünü kıstı, ağzında serpmenin kurşunu elinde ıslak serpme;
—Eyvallah sağ olasın, hoş geldin ufak tefek bir şeyler alıyoruz dedi.
Kıyıdaki kovada birkaç tane balık gördüm. Daha geleli yeniydi. Henüz birkaç kez atmasına rağmen bir tavalık balık çıkarmıştı.
—Ne balığı bunlar dedim.
—Barbun dedi.
—Güzel olur mu dedim.
—Akşamları iyi gider. Buradaysan kal birlikte akşama kadar takılıp ne çıkarsa götürürüz dedi.
Barbunlar zıp zıp zıplıyorlardı. Ah keşke dedim.
Şöyle limana karşı mangalı yakmak, Cide’de muhteşem gün batımını izlemek vardı. Hele Cd’de bir nihavend şarkı da çalarsa daha ne isterdi ki insan. Kıyıya gelen serpmeciye sordum.
—Adın ne.
—Adım Cengiz ama Cide’de herkes beni Astor Cengiz diye bilir. Kime sorsan anlatır beni dedi.
Konuştuk biraz. Geçmişten, eskilerden bahsetti. Serpmeyi ilk olarak dedesi öğretmiş. Harman yerinde ortaya koydukları taşa serpme attırmış. Öylelikle öğrenmiş. Çok daha gençken kanımızın deli aktığı zamanlarda epey gezdik buralarda. Bilen bilir bizi dedi. Dürüst mert bir Karadeniz Delikanlısıydı. Biraz hırçın, çabucak kabaran bir o kadar da çabuk sakinleşen cinsten. Artık durulduk diyordu. Arada bir gelir nevaleyi çıkarırım. Hatta dün gelseydin burunduk kadar bir kefal almıştım dedi.
Burunduk nedir deyince hayvanlara takılan boyunduruğu kastettiğini yani o kadar büyük kocaman demek istediğini belirtti.
O zamana kadar dikkatimi çekmemişti. Astor Cengiz’in bir eli sakattı. Çok kötü bir yaralanmanın izlerini taşıyordu. Ne oldu dedim boş ver dedi. Israr edince hiç dedi. Çok eskilerde bir av kazası oldu. O zamanlar yollar böyle değildi yetiştiremediler büyük şehirlere, büyük hastanelere elim sakat kaldı dedi. Konuşmaktan fazla hoşlanan bir tip değildi. Ben suya dönüyorum deyip serpmeyi sırtına aldı yürüdü.
Artık Astor Cengiz’i daha bir dikkatli izlemeye başladım. Elinin sakatlığına inat yüreğinin sağlamlığını ortaya koyuyor, tek elle serpmeyi oldukça uzağa fırlatıyordu. O serpmeyi kavrayışı, fırlatışı ve çekişiyle mükemmel bir iş yapıyordu.
Serpmeyiattıktan sonra dikkatlice sudan çıkarıyor eğer işe yarayan bir balık varsa kıyıya kadar gelip balığı kovaya atıp tekrar suya dönüyordu. Onu izlerken inanın ben yoruldum.
Ayrılırken hoşça kal Astor Cengiz dedim.
—Birçok kişinin iki elle yapamadığını sen tek elle yapıyorsun. Engelin engel olmasın diyenler seni görmeli dedim.
Duymadı bile ağzındaki serpmeyi daha bir sıktı, elinde suya girip çıkmaktan iyice ağırlaşmış ağı şöyle bir tartıp teraziye getirdi. Gözüyle bir hedef seçip,
—Vira Bismillah deyip fırlattı.
—Rastgele Astor Cengiz Akşam bir balıkta benim için at ızgaraya dedim