30 Mayıs 2013 Perşembe

İSTANBUL NOTLARI 5

İSTANBUL BOGAZI’NDA “ÖKÜZ GEÇİDİ’NDE” 10 TL’LİK TUR KEYFİ




Farfara ile birlikte Galata köprüsünden aşağı salındık fotoğraf çeke çeke iniyoruz.

Balık ekmek teknelerine doğru gidesim, şöyle yarım ekmek balık ekmeği götüresim var, var ama bir kez rejimdeyim dedim ya,

Bir söz ettim artık dönemem gayrı deyip sadece yutkunmakla yetiniyorum.

Sahilden geçerken birileri bağırıyor

-Hemen kalkıyor kısa Boğaz turu 10 TL.

Önce birbirimize, sonra saate bakıyoruz uyar deyip atlıyoruz gemiye.

Deniz havasına alışkın olmayan bünyeyi deniz çarpmış olmalı ki ancak gemiye binince ayılıyorum ve etrafı incelemeye başlıyorum.

Hiç gözüm tutmuyor bu Nuh’un gemisiyle aynı yaştaki tekneyi.

Farfara’ya soruyorum.

-Yüzme biliyor musun? Yani en azından beni kurtaracak kadar, ya da yardım gelinceye kadar su üstünde tutabilir misin?

Farfara beni şöyle bir baştan aşağı süzüyor ve sendeki bu doğal can simidi (Göbeğimi kasdedip) seni epey bir su üstünde tutar. Bana gerek yok diyor.

Teknemiz oturacak yer olarak ortalama 30-50 kişilik ama her boşluk alana bir plastik tabure yerleştirilmiş. Kapasite olmuş 100-150 kişi.

Teknenin çevresinde dolanmak gezinmek mümkün değil.

İnsanlar ağır ağır dolmaya başladı. Biz alt güvertenin dışına konulmuş taburelerdeyiz. Tepemizde bir kat daha var.

O katta oturan insanlar ellerine ne geçerse sallıyorlar denize, sigara izmariti, çekirdek kabuğu aklınıza ne gelirse deniz olmuş tam bir çöplük.

Farfara onları görünce tam bir çevreci panter kesiliyor. “Farfara için ormanda on panter gücünde olduğu söylenir”

Kim bir çöp atarsa aşağıdan narayı patlatıyor.

Yukarıya, aşağıya, yanındaki yöresindeki herkese veriyor ayarı.

Çok sürmez şimdi bizi denize atarlar desem de Farfara’nın kararlılığı karşısında herkes tırsıyor. Geri çekiliyor.

Yanıma bir turist bayan oturuyor. Elinde cıkkadak (küçücük) bir kompakt makine sürekli fotoğraf çekiyor işin ilginci yanı başında iki koca makineleriyle profesyonel fotocular dururken diğer taraftaki hayatında ilk kez bir digital fotoğraf makinesi gören yaşlı vatandaşa makinesini veriyor ve de çek diye karşısında poz veriyor.

Benim gibi atletik! karizmatik! Fotocu dururken o dayımı bana tercih etmesinin tek mantıklı nedeni olabilir o da Farfara’dan tırsması.

Zaten bir müddet sonra da yanımızdan kalkıp gidiyor.

Tekneye binerken duyduğumuz “hemen kalkıyor” anonsunun üzerinden yaklaşık yarım saat geçiyor ve nihayet teknemiz ağır ağır arkamızda beyaz köpükler bırakarak hareket etmeye boğaza açılmaya başlıyoruz.

İşte şimdi İstanbul Boğazı üstündeyim.

Bosporus’da.

Bir arkadaşım,

-İstanbul Boğazının adı nerden geliyor biliyor musun demişti,

Doğrusu hiç bilmiyordum, onun sorusu sayesinde Vikipedi’den öğrendim.

“Boğaz'ın en eski yerleşimcilerinden olan Bizanslılar, buraya Bosporos (Yunanca: Βόσπορος) adını veriyordu.

Bu sözcük inek ya da öküz anlamına gelen βοῦς (bous) ve yol, geçit anlamlarına gelen πόρος (poros) adlarının birleştirilmesiyle türetilmişti. Öküz ya da inek geçidi anlamına gelen Bosporos adını taşıyan boğaza bu adın verilmesi Yunan mitolojisinde baştanrı Zeus'un, İo adında bir kıza âşık olması olayına dayanır.

Hikâyeye göre İo nehirler tanrısı İnahos'un kızıdır. Tanrıların kralı olan Zeus bu güzel kızı görünce ona âşık olur ve eşi Hera'dan gizlice onunla birlikte olmaya başlar. Bir gün Hera'ya yakalanmak üzereyken kendini bir buluta, İo'yu ise bir ineğe çevirir. Aldanmayan Hera, ineği hediye olarak eşinden ister.

Onu Zeus'tan uzak tutmak adına Argos Panoptis adlı canavarın gözetimine bırakır. Ancak Zeus, Hermes'i yollayıp Argos'u öldürtür. Bunun üzerine Hera, ineğe dönüşmüş İo'yu sürekli rahatsız etmesi için ona bir sinek musallat eder. Sinekten kurtulmak için var gücüyle koşan İo boğaza geldiğinde kendini boğazın sularına bırakır ve bu engeli yüzerek geçer.

Kıyıya çıktığı yerde Keroessa adında bir kız çocuğu doğurur ve bu kız büyüdüğünde denizler tanrısı Poseidon ile evlenerek Byzas adında bir oğlan dünyaya getirir. Bu çocuk doğduğu yerde kendi adını verdiği Byzantion kentini kurar



Boğaz'ın antik dönemde kullanılan adlarından olan Bosporus'un kökenine ilişkin ortaya atılan bir başka görüş de sözcüğün Fosforos (Yunanca: Φωσφόρος - fosforlu, ışık saçan)'dan geldiği yönündedir

İstanbul Boğazı batı dillerinde hâlâ bu ad ya da bu adın değişik biçimleriyle bilinmektedir. Eski Türk kaynaklarında ise İstanbul Boğazı'nın Halîc-i bahr-i rûm (Marmara Denizi Boğazı),Halîc-i bahr-i siyâh (Karadeniz Boğazı), Halîc-i konstantiniyye (Konstantiniye Boğazı), Merecü'l bahreyn / Mecma'ül bahreyn (İki denizin birleştiği yer) ve İslâmbol Boğazı gibi adlarla anıldığı görülmektedir.



Bizim Boğaziçi ya da Öküz Yolu’nun bir tarafından kıyılaya kıyılaya gidiyoruz.

İstanbul’da ağaç yok yeşil yok diyorlar ama bir an kendimi Kastamonu’da zannettim. Her taraf orman ağaç yeşillik, hatta aralardan gördüğüm kadarıyla bizim İnebolu’daki aşı boyalı ahşap evlere benzeyen konaklar bile var.

Nuh’un teknesiyle yaşıt ve teknoloji olarak fazladan sadece bir motoru olan gemimiz kıyıya demirlemiş bir çift beyaz kocaman bir turist gemisinin yanından geçti.

Artık bizimki gemiyse o başka bir şey eğer ona gemi diyeceksek bizimkine sandal bile demek abes kaçar.

Ben diyeyim 10, siz deyin 15 adet yan yana dizilmiş 20 kat yüksekliğinde apartman sitesi büyüklüğünde bir heyula.

Ya da gecekondu iken şimdi kentsel dönüşüme uğramış gökdelenlerle dolu TOKİ Mahallesi mübarek

Bir başından diğer başına bizim tekne yarım saatte ancak geçebildi.

Onun bir filikası bizim tekneyi içine kolaylıkla alırda birde yanında bizim teknedeki 100 kişiye yer kalır.

Yani Titanic bunun yanında ancak orta boy bir Karadeniz takası kalır. Üstelik bu onun gibi küçücük bir buz dağı kafa attı diye de batmaz.

Teknenin yanında geçip gitme süresi olan yarım saat boyunca ağzım bir karış açık kaldığından boğazın serin yeli, denizin tuzuyla birleşip geldi benim ciğere yapıştı. Ağız burun kurudu. Rüzgâr desen zaten fırtına şeklinde esiyor. Bizim tekne fındıkkabuğu gibi sallanıyor ayakta bile duramıyorum.



Farfara imdadıma bir kez daha yetişti.

Elinde iki bardak çayla yanıma gelince sevinçten tuzlu gözyaşları döktüm!

Çayımı yudumlarken bir köprünün altından geçtik geçerken de şöyle bir tarttım, enine boyuna baktım, bu bana zulümlerden zulüm beğendiren köprü mü acaba dedim.

Evet, yanılmamışım ta kendisi.

Hiç sevmedim bu köprüyü.

Köprüden geçti balıkçı şef, türküsü söyleye söyleye çaylarımızı yudumlayarak keyif içinde kıyıdan ilerliyoruz.

Kimse bir şey demiyor. Sağınızdaki bina şudur tarihi budur diye anons bekliyorum bir türlü gelmiyor.

İstanbul’un en güzel evleri buralarda olmalı. Benim sadece bir kez ve 10 TL vererek ancak birkaç dakikalığına görebildiğim bu evlerde bir ömür geçirenler var. Sabah kahvaltısını bu manzaraya karşı yapıyorlar uyurken bu manzarayı seyrederek rüyalara dalıyorlar.

Öyle evler var ki herhalde bu evlerde yaşayanların babaları, dedeleri ya sadrazamdı ya paşaydı diye düşünüyorum

Ben o evlere bakarken Farfara bana, ben şu yalıdan denize girerdim bizim akrabalardı diye bir ev saray yalı karışımı bir yer gösterdi.

Boğaz kıyılarda olan yolculuğumuz ikinci köprünün ayağına kadar devam etti. Oradan bizim kaptan ustaca bir manevrayla karşı tarafa geçmeyi başardı. Alkışlayasım geldi.

Bu sefer karşıdan gidiyoruz burada da manzara aynı.

Güzel evler muhteşem eski eserler.

Deniz ve manzara sarhoşu olarak tekneyle birlikte yalpalamaya başladım. Şimdi gözüme daha bir güzel görünmeye başladı.

Sonunda kıyı göründü.

Kıyıya yanaşmak için manevralara başladı.

Demin alkışlamak istediğim kaptanın sanırım gözlerinde bir problem var. Bir türlü kıyıya yanaşamıyor. Hani azıcık yüzme bilsem hemen atlayacağım suya, çıkacağım kıyıya, kaptana yön göstereceğim.

Sağ yap, sol yap, düz gel, hooop usta arka serbest diyeceğim ama işin içinde su faktörü var.

Bizim Kaptan dokuzuncu manevrada nihayet yan yapıldak bile olsa kıyıya yanaşabildi. Kaptan bayan olsa diyeceğim ki park etmede çok iyi değiller genleri böyle ama bayağı pala bıyıklı bir ağabey.

Buna da şükür deyip kalabalık arasından kendime bir yol bulup çıktım kıyıya.

Toprağı öpecek oldum her taraf beton olduğundan vazgeçtim.

Tekne o kadar ruhuma işlemiş ki yolda giderken ben hala bir o yana bir buna sallanarak yürüyordum.

Yeni cami önünden bir otobüse bindik.



Önümüzde uzun bir halk otobüs yolculuğu ve akşamdan sonrada emektarla gidilecek 550 km’lık Kastamonu yolu vardı.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder