29 Mayıs 2013 Çarşamba

İSTANBUL NOTLARI 4

İŞTE ARADIĞIM İSTANBUL




Ertesi gün

Otelde kahvaltı zamanı iki domates birkaç zeytin ve yumurtadan oluşan menüyü görünce Kastamonu’daki İzbeli Çiftliğindeki Hacı Sabiha Annemin 16 çeşit marmelat ve reçelden oluşan üstüne üstlük ballı, kaymaklı, sütlü, kestaneli, köy ekmekli, kül çörekli kahvaltısını aklıma getirdim.

Burnum sızladı.

Ahh be memleket dedim.

Farfara dedi ki nereye gitmek istersin.

Tabii ki İstanbul’un sembol yerlerine, İstanbul deyince herkesin aklına ilk gelen yerlere gitmek isterim yani Eminönü’ne dedim.

Tamam, izle beni dedi.

Yola çıktık metrobüs ya da metroya binmek isterdim ama halk otobüsü varmış o da olur dedik.

Bakırköy’den bindi bir otobüse git Allah git Kastamonu Daday arası kadar bir yol gittik herhalde yine de gide gide yol bitmedi. Ama artık araç kullanan ben olmadığım için sıkıntım yok ben manzaranın keyfini çıkarıyorum.

Beyazıt Durağında indik.

Farfara, İstanbul’a kadar gelip Kapalı çarşıyı görmeden gidilir mi deyip beni bir kapıdan içeri soktu.

Aman Allahım. Upuzun bir tünel üstelik sağa sola giden bir sürü kolu var. Dükkânlar desen insanın gözünü kamaştırıyor bereket versin ki gelirken onca zaman güneşin parlaklığına direk bakmış biri olarak fazla etkilenmedim ama

Tavana boydan boya Galatasaray bayrağı asılmış görünce kavga gürültü çıkmadan bunu nasıl astıklarını düşününce etkilenmedim desem yalan olur.

Çarşıdan çıktık ve ara sokaklardan geçerek Eminönü’ne iniyoruz. Tarihi camilerin bahçelerinden geçerken öbek öbek turist kafileleri dikkatimi çekti. Ne kadar çoklar.

En sonunda Eminönü ve yeni camiye çıkan tünelin başına geldik.

Çek benim fotomu dedim Farfara’ya.

Balıkçı Şef buradaydı diyebileyim eşe dosta akrabalara diye klasik pozumu verdim.

Yeni caminin obez güvercinlerine yem beğendiremedik ki uçsunlar da fotolarını çekelim. Bir tabak yeme dönüp bakan bile olmadı. Niye baksınlar ki yerde en azından bir çuval buğday vardı.

Meydanda bir yerlerde bir yorgunluk kahvesi içtik.

Aslında kahveden pek hoşlanmam ama bir fincan kahvenin 40 yıllık hatırı olduğunu düşününce kabul ettim.

Farfaraya dedim ki -Ben tramvay fotosu çekmek istiyorum.

O zaman Beyoğlu’na çıkacağız hadi bakalım tabana kuvvet dedi. Meydanı geçtik, Ben nereyi çekeceğimi şaşırdım.

Galata kulesi karşıda ileride boğaz köprüsü, Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camisi hepsi buradaydı.

On dakikalık yolu bir saatte gidemiyorduk.

Farfara beni ikaz etmese köprüde akşamı ederdim herhalde.

Balık tutanlara imrenerek tutanlara da kıskanarak biraz bakıp iç geçirdikten sonra yola devam ettik ve bir tünelin ağzına geldik.

Yokuş yukarı çıkmak için buna bineceğiz dedi.

Tünel diyorlar bir karanlık delikten gidip gelen küçük bir tren var. Dünyanın ikinci metrosuymuş.

Bindiğimizle indiğimiz bir oldu.

Koca bir caddeye çıktık. İki yanı lüks mağazalar lokantalar ve bürolarla kaplanmış tarihi binalarla süslü O meşhur filmlerde gördüğümüz Beyoğlu burasıymış demek ki.

Daha önce gördüm ama bu kadar yakın ve fotoğraflayarak ilk kez geçiyordum.

İleride bir kalabalık dikkatimi çekti bir öbek insan elinde bayraklarla bir şeyler söylüyor etrafında polisler onları bekliyordu.

Eylem yapan Çeçenlermiş.

Aralarından geçip gittik.

Gezerken dikkat etmemişim ama vakit epey geçmiş acıkmışım.

Farfara ne yiyelim diye sordu,

Etli ekmek ya da kanlıca mantarlı ekmek var mı dedim yok dedi, Banduma sordum buralarda bulunmaz dedi, Kara çorba ya da Ecevit çorbası içsek diyecek oldum o da nedir dedi.

Bunları burada bulamam, gel en iyisi balık pazarında bir midye tava yiyelim dedi.

Yanında taratorla birlikte çöplere dizilmiş midye geldi geldiği gibi de midye, mideye gitti.

Sonrasında tekrardan Beyoğlu’na çıktık.

Tramvayda biz gibi bir o yana bir bu yana gidip geliyor.

Ben de kırmızı görmüş boğa gibi kırmızı tramvayı her gördüğümde fotoğraflıyorum. Vatman bile şüphelenmiştir bu adam niye beni her gördüğümde çekiyor diye.

Güzel tarihi bir bina gördüm nedir burası dedim arkadaşım kilisedir dedi.

Madem onlar bizim camilere giriyor ben de bir kiliseye gireyim dedim daldım içeri.

Kocaman bir bina bizim camilere pek benzemiyor Hıristiyanlığın sembolleri duvarlarda asılı, salonda sıralar var. Bir kaç kişi dua ediyor.

Dışarı çıkıyoruz.

Galata Kulesinin dibindeyiz.

Çıkalım tepesine fotoğraflayalım diyorum ama ne mümkün kuyruğun ucu bir başta diğer ucu ise nerede gözükmüyor.

Kuleden çekeceğimiz panoramik İstanbul fotoğraflarından vazgeçip tekrar galata köprüsüne doğru iniyoruz.

Gel seni komando merdivenlerinden indireyim diyor farfara.

Eyvah diyorum şimdi dikenli tel örgülerle kaplı ve basamakların yüksekliği en az birer metre olan merdivenlerden atlayıp sürüneceğim zorlu bir parkura gidiyoruz.

Midye tavayla dolu göbeğime bakıp hem gitti karizma diye kara kara düşünüyor hem de kara kaderime isyanım var diye Halil Sezai şarkısı mırıldanıyorum.

Farfara İşte komando merdivenlerine geldik dedi.

Bu da nedir yahu bildiğimiz sıradan bir merdiven. Yine de acaba diyorum yanılıyor muyum şöyle bir göz ucuyla baştan aşağı süzüyorum yoo herhangi bir olağanüstülük yok.

Meğer benim Komando diye anladığım merdiven Kamondo Merdivenleriymiş.

“İstanbul'un Galata semtindeki Voyvoda Caddesi'yle ile Banker Sokağı'nı birleştiren art nouveau üslûplu merdivenlerdir.

1850'li yıllarda yapılan merdivenler bölgenin en önemli banker ailelerinden biri olan Kamondo Ailesinden Abraham Salomon Kamondo adına yaptırılmıştır. O zamanlar Banker Sokağı da Rue Camondo (Kamondo Sokağı) olarak bilinmekteydi.”

Aşağı indik

Galata Köprüsünden tekrar geçtik ve tekrar büyük bir kıskançlıkla köprüde balık yakalayanlara baktım. Her ne kadar Rastgele desem de hiç içimden gelerek söylemedim. Benim de burada balık tutmam lazım





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder