7 Temmuz 2009 Salı

USTANIN SIRRINI BULDUM...



Kastamonu Saat Kulesindeyim. Etrafa bakarken bir şey dikkatimi çekiyor. Şirin bir saat kulesi maketi merdivenlerde bana bakıyor. Ahşap ve aslına uygun bir görünüşte. Çok hoşuma gidiyor. Ustası kimdir, nerdedir nasıl yapar diye sorup soruşturuyorum.
Şerafettin Usta yapar deyip adresini veriyorlar. Yolun düşerse uğra bir çayını iç, sohbeti dinlenir çayı içilir diye de ilave ediyorlar.
Sıcak bir haziran günü, güneş tepemde beynimi kavururken araya sora ustanın yerini buluyorum. İşyeri olarak kullandığı yer, mahalle arasında eski bir evin bodrumu, Sıcaktan öylesine bunalmışım ki içeri girer girmez
—Aman ustam bir bardak su diyorum. Kendimi attığım sandalye de suyumu içip biraz nefesleniyorum. Şerafettin Usta ellili yaşlarda ama oldukça dinç görünüyor. Çaylarımızı yudumlarken ben soruyorum o anlatıyor.
—Benimkisi bir sevda, hem de karşılığı olmayan bir kara sevda. Diye başlıyor hikâyesine. Ahşap işleme çocukluğumdan beri içimde anlatılmaz bir tutku olmuştu. Öyle ki ilk kez elime aldığım basit bir ağaç parçasını işleyip de işe yarar bir şey haline getirdiğim andan, ölünceye kadar sürecek olan bir tutku. Çocukken başlayan bu sevda yıllar geçtikçe benimle birlikte büyüdü. Tüm hayatımı kapladı. Eğitimim yok,okuyamadım ama hep aynı işi yaptım. Hiç ustam olmadı ne bildiysem, ne öğrendiysem hep kendi kendime oldu.
Hayat hikâyemim dönüm noktalarından biri de açtığım dükkândı. Önceleri iyiydi ama sonra olmadı. Çeşitli sebepler yüzünden yürümedi. Kapatmak zorunda kaldım. Zor yıllardı o yıllar. Karanlık yıllardı. Işığı olmayan bir tüneldeyim sanki. Tünel tamamen karanlıkken, sağ olsunlar küçük bir ışık yaktılar. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma derneğinden verilen krediyle burayı açtım.
Ancak aksilikler peşimi hiç bırakmadı. Ne yaptıysam tutmadı. Yaptıklarım da elimde kaldı sadece odun olarak işe yaradı. Sobada yakıp hayallerimle ısıttım burayı.
Derken aklıma saat kulesi maketi yapmak geldi. Birkaç deneme yaptım. Çeşitli boyutlar arasında en uygunu, tutulanı bu oldu. Ama bu aşamaya gelinceye kadar çok uğraştım. Saat kulesine çıkıp defalarca ölçü aldım.
Bir yandan anlatıyor bir yandan kesiyor biçiyor ölçüyordu. Piyasayı saran Uzakdoğu mallarının arasında bunların alınmamasını anlamadığımı söyleyince kızmıyor bile.
—Halimize şükür, ekmek paramız çıkıyor ya. O da yeter bize diyor.
Çok yapıp çok sat, daha fazla kazan deyince gülüyor. Günde ortalama en fazla 5–6 adet yapabiliyorum diyor. Fazlasına makine gücüm yetmiyor. Tek isteğim küçük bir masa üstü CNC tezgâhı.
— Böyle bir tezgâhın olsa ne yapacaksın diyorum.
—Bir hayalim var diyor. Çocuklar için kanserojen olmayan ahşap kokan oyuncaklar yapmak istiyorum. Kastamonu’nun simgesi olmuş konakları yapıları tarihi eserlerin maketlerini yapmak istiyorum. Onları farklı şekillerde sunmak istiyorum yapboz olacak, maket olacak, eğitici öğretici bilgilendirici olacak diyor.
Birden gözümün önüne bir görüntü geliyor. Bir sergi düşünüyorum. Bu sergide, farklı yaştaki çocuklar için farklı özelliklerde yapılmış maket Kastamonu evleri, konaklar var. Küçükler için Araç Yayla evleri, büyükler için Örneğin Vilayet Binası, Kambur Köprü, Nasrullah Camii vb. simgesel eserler. İçerisinde nasıl yapılacağını gösteren şemayla birlikte o eserin özelliklerini, tarihini anlatan broşür ve fotoğrafının olduğu prototip ürünler var.
Bu sergiyi İstanbul’da, Ankara’da iş adamları ve Kastamonulu müteşebbislere gösteriyoruz. Siparişleri alıp işi büyütüyoruz.
Kastamonu’yu ziyaret edenler dönerken yanlarında hatıra olarak çocuklarına bu oyuncaklardan alıyorlar, Dışarıdaki Kastamonulular da memleket hasreti çektikçe salonlarının en güzel yerindeki bu maketlere bakıp hasret gideriyorlar.
—Yes we can..! (yapabiliriz.) diyorum heyecanla. Usta yine gayet temkinli. Benim gücüm sadece hayallere yetiyor, ötesine gücüm de param da imkânım da yok diyor.
Güleç yüzlü ustamın yaptığı maketlerde farklı bir şey olmalı diye düşünüyorum. İnsanı sarıp sarmalayan, alıp götüren bir şey. Yaptığı her şeye alın terinin yanında gizli bir şey daha katıyor olmalıydı. Belki bir sır. Bu sırrı keşfetmeliydim. Ustanın Sırrı neydi acaba. Bunları düşünürken her daim açık olan kapıdan elinde bir futbol topu yanakları kıpkırmızı bir afacan giriyor
—Şerafettin Amca topumuzu bir şişirsene diyor. Ustamız üşenmeden kalkıyor ve kompresörle topu şişirip, afacanın yanağını okşayıp yolluyor. O çıkmadan mahalleden bir komşu geliyor. Elinde bir teker var. —Usta şuna bak bakalım kaçlık matkapla delmem lazım diyor. Ustamız Kumpasını arıyor, buluyor, ölçüyor ve bir matkap ucu takıyor. Ama içine sinmiyor. O matkapla örnek bir delik açıyor tekeri deniyor. Olmuyor. Başka bir matkap ucu buluyor tekrar deliyor. İçi rahatlayınca da —Tamam. Bununla del. Diyor. Ve komşu gidiyor.
Ustamız büyük bir özenle çalışıyor. Arada bir dükkânın arka tarafına gidip malzeme getiriyor. O sırada bir ses geliyor arkamdan. Eski bir koltuk üstündeki bir koli içinden geliyor bu ses. Dikkatle bakıyorum. Biraz sonra. Beni yabancı görüp sindikleri yerden bana bakan dört küçük kedi yavrusu görüyorum. Ben onlara bakarken, gelen usta açıklama yapıyor.-Anneleri yok. Dükkânın içinde buldum bunları, elimden geldiğince bakıyorum diyor.
Birden tamam buldum. Aradığım sırrı buldum. Ustanın Sırrını keşfettim diyorum.
Hani eline aldığı tahtayı kesip biçerken gözlerinde gördüğüm o sır var ya,
Mahalleli çocukların amcası olarak şişirdiği topu verip başını okşadığı çocuğun gülüşünde gördüğüm o sır var ya,
Geleceğini, hayallerini anlattığı tezgâhında işlediği saat kulesi maketine harç olarak kattığı bir ölçü bilinmeyen o sır var ya,
Öksüz kalmış yavru kediciklerle oynarken, bacaklarına dolanıp mır mır eden kediciklerin önlerine koyduğu süte kattığı o sır var ya,
İşte o aradığım sır gözümün önündeydi.
Ustanın Sırrını bulmuştum. O sır sevgiydi…
Tahtaya şekil veren nasırlı elleriyle, elli yılın yorgunluğu ile takılan gözlüğün ardından bakan gözlerin sahibi Şerafettin Usta, bir miktar yapıştırıcı, biraz kâğıt, üç beş tahta, bir miktar kökboyasının yanında,
Yüreğinden damıtılmış bir avuç sevgiyi de katıyordu.

Ona bir bedel biçilebilir mi bilmem.

1 yorum: