Ilgaz’ın iki yüzünde iki hayat tanıdım aynı gün içinde. Önce bir şantiye gördüm Ilgaz’ın bu yüzünde. Duvar yapan, harç karan, suların içindeki kanalda boru monte eden ustalar, çalışanlar tanıdım. Onlar çalışırken ben de etrafa bir göz attım. Ne var ne yok diye. İşte gördüklerim.
Kalıp tahtalarından yapılmış bir masa, üstünde birkaç zeytin çekirdeği ama cilalanmış gibi duruyor tertemiz. Masa üstünde çekirdeklerin yanında sabahtan kalan bir iki ekmek kırıntısı var. Kenarda ateşten simsiyah olmuş bir demlik, hemen yanında ise yıkanmamış bardaklar duruyor. Çimento torbalarının hemen yanında bir çift ayakkabı var. Ayakkabı dediysem sözün gelişi soğukkuyu tabir edilen bildiğimiz kara lastik. İçinde itinayla katlanmış bir çift çorap.
Üçtaştan yapılma bir ocak var kenarda. Üstünde de alüminyum bir güğüm. O da simsiyah. Ateşin üstüne konulan bu güğümle sırayla kıdeme kademeye göre yıkanılıyor. Rüzgârda epil epil yellenen çamaşırlar görüyorum. Yıkanmış kuruması için Ilgaz’ın her daim esen yeline emanet edilmiş bir pantolon bir gömlek.
Yatacak yer mi Üç beş yıldızlı otel olmasa da şükür ki üstü kapalı bir yerleri var. Henüz faaliyete geçmeyen tesisin binası içinde kırık dökük tahtalar üstüne serilen bir kat yatak. Şanslı ya da ustabaşı değilsen yerde yatarsın. Gardırop olarak pencere pervazı yetiyor, mutfak ise bir kuytu köşe. Zaten yiyecek fazla bir şey yok. Elektrik olmaması sorun değil de, telefonların şarjı dert oluyor. Yukarıya çıkanlara rica ediyorlar bekçi kulübesine gönderiyorlar şarj için.
Kenarda bir namaz tahtası görüyorum. Secdeye varılan yeri aşınmış. Oturma yeri iyice parlamış.
Yalnızlık zor olmalı. Hele gurbette, sevdiklerinden uzakta olunca daha bir zor olmalı. Dayanma gücü, maneviyat lazım, sabır lazım, tevekkül lazım.
Nasırlı elleri gülen yüzleriyle tanıdım bu gençleri. Selam verdim gözleriyle birlikte yürekleri de güldü.
Siyah beyazdı hayatları hiç renk yoktu. Ya da ben göremedim. Çok uzaklardan gelmişlerdi. Her birinin farklı bir hikâyesi olmalıydı. Belki başlık parası belki borç belki işsizlikti onları buralara sürükleyen.
Ilgaz’daydılar ama onların bilmedikleri bir Ilgaz daha vardı. Çıktım zirveye seyrettim kuş bakışı. O Ilgaz’ı
Otellerin önü doluydu. Sevindim turizm adına, Kastamonu adına.
Bir gurup aşağıdan yukarı teleferiklerle çıkarken bir başka gurup iniyordu. Selam verdim. Sadece telesiyejde görev yapanlar aldı. Kenara çekilip inenlere, çıkanlara yol verdim.
Zirve kafeterya kapalıydı ama önünde ki ağaç masa duruyordu. Oturup köy ekmeği, domates, biberden oluşan bir sofra kurduk. Yemek sırasında aklım Ilgaz’ın diğer yüzünde kalmıştı.
Masada yarısı yenmiş bir yeşil zeytin çekirdeği görünce onların cilalanmış zeytinlerini hatırladım. Güldüm.
Bazılarının elleri nasırlıydı yürekleri yumuşacık.
Bazılarının ise yürekleri nasırlıydı yumuşacık ellerine inat..
Kalıp tahtalarından yapılmış bir masa, üstünde birkaç zeytin çekirdeği ama cilalanmış gibi duruyor tertemiz. Masa üstünde çekirdeklerin yanında sabahtan kalan bir iki ekmek kırıntısı var. Kenarda ateşten simsiyah olmuş bir demlik, hemen yanında ise yıkanmamış bardaklar duruyor. Çimento torbalarının hemen yanında bir çift ayakkabı var. Ayakkabı dediysem sözün gelişi soğukkuyu tabir edilen bildiğimiz kara lastik. İçinde itinayla katlanmış bir çift çorap.
Üçtaştan yapılma bir ocak var kenarda. Üstünde de alüminyum bir güğüm. O da simsiyah. Ateşin üstüne konulan bu güğümle sırayla kıdeme kademeye göre yıkanılıyor. Rüzgârda epil epil yellenen çamaşırlar görüyorum. Yıkanmış kuruması için Ilgaz’ın her daim esen yeline emanet edilmiş bir pantolon bir gömlek.
Yatacak yer mi Üç beş yıldızlı otel olmasa da şükür ki üstü kapalı bir yerleri var. Henüz faaliyete geçmeyen tesisin binası içinde kırık dökük tahtalar üstüne serilen bir kat yatak. Şanslı ya da ustabaşı değilsen yerde yatarsın. Gardırop olarak pencere pervazı yetiyor, mutfak ise bir kuytu köşe. Zaten yiyecek fazla bir şey yok. Elektrik olmaması sorun değil de, telefonların şarjı dert oluyor. Yukarıya çıkanlara rica ediyorlar bekçi kulübesine gönderiyorlar şarj için.
Kenarda bir namaz tahtası görüyorum. Secdeye varılan yeri aşınmış. Oturma yeri iyice parlamış.
Yalnızlık zor olmalı. Hele gurbette, sevdiklerinden uzakta olunca daha bir zor olmalı. Dayanma gücü, maneviyat lazım, sabır lazım, tevekkül lazım.
Nasırlı elleri gülen yüzleriyle tanıdım bu gençleri. Selam verdim gözleriyle birlikte yürekleri de güldü.
Siyah beyazdı hayatları hiç renk yoktu. Ya da ben göremedim. Çok uzaklardan gelmişlerdi. Her birinin farklı bir hikâyesi olmalıydı. Belki başlık parası belki borç belki işsizlikti onları buralara sürükleyen.
Ilgaz’daydılar ama onların bilmedikleri bir Ilgaz daha vardı. Çıktım zirveye seyrettim kuş bakışı. O Ilgaz’ı
Otellerin önü doluydu. Sevindim turizm adına, Kastamonu adına.
Bir gurup aşağıdan yukarı teleferiklerle çıkarken bir başka gurup iniyordu. Selam verdim. Sadece telesiyejde görev yapanlar aldı. Kenara çekilip inenlere, çıkanlara yol verdim.
Zirve kafeterya kapalıydı ama önünde ki ağaç masa duruyordu. Oturup köy ekmeği, domates, biberden oluşan bir sofra kurduk. Yemek sırasında aklım Ilgaz’ın diğer yüzünde kalmıştı.
Masada yarısı yenmiş bir yeşil zeytin çekirdeği görünce onların cilalanmış zeytinlerini hatırladım. Güldüm.
Bazılarının elleri nasırlıydı yürekleri yumuşacık.
Bazılarının ise yürekleri nasırlıydı yumuşacık ellerine inat..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder