28 Temmuz 2009 Salı
23 Temmuz 2009 Perşembe
BOZKURT MAMATLAR`DA MANTAR KEYFİ
Kastamonu’dayım. Yağmur yağıyor. Mis gibi bir hava var. İçime derin derin çekiyorum. Dağlar dumana kesmiş. Saklanmışlar bulutların ardına. Bulutlar iseçoktan başlamışlar gökyüzünde ki danslarına. Arada bir el ele, kol kola birleşip yağmur döküyorlar şehrin üstüne.
Yolumuz Bozkurt Mamatlar. Yaralı gözün hemen ardı. Temmuz ayının sonunda şenlik yapılan yer.
Kastamonu’dan çıkıştan itibaren bizimle birlikte olan yağmur bazen hızını artırıp bazen azaltsa da hiç kesilmeden devam ediyor. Rahmete doymuş topraklar üzerinde giderken Devrekani ovasındaki yatmış ekinlerle dolu tarlalara, yarım kalan hasıl, harman çalışmalarına bakıyorum. Umarım hava bir an önce düzelir diyorum.
Yaralı göz’den sisler içinde yağışta geçiyoruz. Sağa Mamatlar’a dönerken geçen kış mevsiminde bu yollarda iki metrenin üstünde kar olduğunu hatırlıyorum. Ana yoldan döner dönmez yol kenarında bir ağaç görüyorum. Üstü kırmızı küçük meyvelerle kaplı. İnip birkaç tane yiyorum. Ekşimsi bir tadı var. Yabani Kiraza benziyor. Arkadaşlar isminin kuş kirazı olduğunu söylüyorlar.
Yoldan aşağı doğru inerken, köy karşıdan bulutların ardından, belli belirsiz kendini gösteriyor. İki taraflı ağaçlarla kaplı yol o köye doğru kıvrım kıvrım uzanıyor. O güzelim manzaralı yoldan şenlik alanına geliyoruz. Çeşmesi, tuvaletleri, mutfağı, masaları ile oldukça güzel ve temiz görünüyor.
Yağmur hiç kesilmiyor. Islanmamak için şenlik alanındaki çeşmenin kuruluğuna sığınıyoruz. Uzaklardan gelen çan sesleri, köpek havlamaları git gide yakınlaşıyor. Tepenin başında bir elinde şemsiye, bir elinde bir Pazar çantası ardında üç beş hayvan bir eşek iki köpekle bir amca görünüyor.
O da gelip sığınıyor, yanında eşeği ve köpekleriyle çeşmenin çatısı altına. Hayvanları yağan yağmura aldırmadan yemyeşil otları keyifle yiyorlar. Konuşuyoruz dereden tepeden. Çantasından birkaç mantar çıkarıp, oturduğumuz sıraya diziyor.-yenir mi bunlar diyorum gülüyor. Bunlara Ayı mantarı derler. Çok güzeldir ama bilmeyen toplamasın yemesin diyor.Adı İbrahim yaşı seksenmiş. Gurbete çıkmadım diyor. Ömrüm buralarda geçti. Dağını taşını yaprağını böceğini, kurdunu kuşunu bilirim onlarda beni bilir. Ben onlara ilişmem onlar bana diyor.
Yağmur hızlanıyor. Semaverde çay kaynıyor. Tepelerden buraya kadar gelen sese kulak veriyorum. Uzakta dağın zirvesinde bir şelale çağıldıyor. Köye çıkalım diyoruz. Muhtar şelalenin de bulunduğu kayalıkları gösterip, kayaların üstünde atların nal izleri durduğu için Atbaşı denir buraya diye anlatıyor.
Köyün içinden geçiyoruz. Aşağıda şenlik alanı gözüküyor. Sanki uçaktan alta bakıyoruz. Koyu yeşil bir denizde bir ıssız ada. Küçücük açık yeşil bir nokta. Arada bir beyaz noktalar var.
Eğer yolunuz düşerde uğrarsanız buralara; mutlaka köye çıkıp üstten şenlik alanını seyredin. Muhteşem bir görüntü.
Köyden gelenlerle konuşurken etrafta mantarın bol olduğunu duyuyorum. Islanan paçalarıma rağmen etrafta bir tur atıyorum. Her yer mantar dolu. Birçoğu zehirli cinsten. Arkadaşların gösterdiği kadarıyla Gübür kaldıran denilen koç mantarı arıyorum. Yıkılmış devrilmiş ağaçların, pürlerin arasındaki kabarıkları yoklayınca altlarında bembeyaz koç mantarları buluyorum.
İbrahim amcaya gösteriyorum. Yenir mi diye. Yenir diyor Bozkurttan gelip buralardan toplarlar pazarda bile satarlarmış diyor. Mantar isimlerinin hayranıyım işte birkaç örnek; dil buran mantarı, tavukayağı, ayı mantarı, kanlıca, göbelek, kuzugöbeği, elik mantarı, geyik mantarı, içi kızıl, mıhçık, tel tel, saçak gibi harika isimleri var.
Temmuz ayının son haftasında sanırım şenlikler yapılacak. Yolunuz düşerse gelin derim. İbrahim amcaya rastlarsanız selamımı söyleyin. Şenlik alanından fazla uzaklaşmadan Şöyle bir tur atın. Pürlerin altında gübürleri kabartan bir şey görürseniz bilin ki o Koç mantarıdır.Umarım bu güzellikleri görme fırsatını sizde bulursunuz.
19 Temmuz 2009 Pazar
DOĞANYURT YOLUNDA BİR ISSIZ ADAM.
İnebolu-Doğanyurt yolundayız. Yol kıvrım kıvrım. Virajın biri bitmeden diğeri başlıyor. Yolun bir tarafı masmavi deniz, bir tarafı yemyeşil orman. Sürücü değilseniz müthiş bir görsel şölen var. Bu güzellikleri seyrederken bir virajın sonunda önümüze bir kulübe çıkıyor. Asırlık bir çam ağacı altında derme çatma bir kulübe.
Tahta kulübenin yola bakan kısmında bir yazı.”Çakır Hasanın yeri çay bulunur.”Duruyoruz.
Bizi çakır gözleri gülen adının Hasan olduğuna emin olduğumuz biri karşılıyor. Hoş geldiniz deyip soruyor.-Çay yapayım mı? Sağ ol diyoruz.
Ne ararsın ne yaparsın diye sorunca rahatsız oluyor. İşte öyle. Geldik buraya deyip kaçamak cevaplar veriyor.
Hikâyesini kendine saklıyor besbelli. Ağları sen mi yapıyorsun diyorum hayır diyor. Ağ örülü geliyor. Ben mantarlarını, kurşunlarını takıp satıyorum.
Kulübenin kapısı açık. İçeride tahta bir kerevet var. Üstünde eski bir yatak. Aydınlanmak için bir gemici feneri, yalnızlığın paylaşılması için pilli bir radyo var.
Konuşurken uzaklara denize dalıp giden çakır gözlerinde ıssız bir adam görüyorum. Üstelik rol kesmiyor. Hayatın içinden gerçek bir hikâye.
Daha fazla rahatsız etmeden hoşça kal diyoruz. Biz yolumuza gidelim.
Çakır gözlerine bakıyorum. Güle güle derken aklıma o şarkı geliyor.
—Yalnızım ben çok yalnız.
Tahta kulübenin yola bakan kısmında bir yazı.”Çakır Hasanın yeri çay bulunur.”Duruyoruz.
Bizi çakır gözleri gülen adının Hasan olduğuna emin olduğumuz biri karşılıyor. Hoş geldiniz deyip soruyor.-Çay yapayım mı? Sağ ol diyoruz.
Ne ararsın ne yaparsın diye sorunca rahatsız oluyor. İşte öyle. Geldik buraya deyip kaçamak cevaplar veriyor.
Hikâyesini kendine saklıyor besbelli. Ağları sen mi yapıyorsun diyorum hayır diyor. Ağ örülü geliyor. Ben mantarlarını, kurşunlarını takıp satıyorum.
Kulübenin kapısı açık. İçeride tahta bir kerevet var. Üstünde eski bir yatak. Aydınlanmak için bir gemici feneri, yalnızlığın paylaşılması için pilli bir radyo var.
Konuşurken uzaklara denize dalıp giden çakır gözlerinde ıssız bir adam görüyorum. Üstelik rol kesmiyor. Hayatın içinden gerçek bir hikâye.
Daha fazla rahatsız etmeden hoşça kal diyoruz. Biz yolumuza gidelim.
Çakır gözlerine bakıyorum. Güle güle derken aklıma o şarkı geliyor.
—Yalnızım ben çok yalnız.
17 Temmuz 2009 Cuma
ILGAZ’IN İKİ YÜZÜNDE İKİ HAYAT..
Ilgaz’ın iki yüzünde iki hayat tanıdım aynı gün içinde. Önce bir şantiye gördüm Ilgaz’ın bu yüzünde. Duvar yapan, harç karan, suların içindeki kanalda boru monte eden ustalar, çalışanlar tanıdım. Onlar çalışırken ben de etrafa bir göz attım. Ne var ne yok diye. İşte gördüklerim.
Kalıp tahtalarından yapılmış bir masa, üstünde birkaç zeytin çekirdeği ama cilalanmış gibi duruyor tertemiz. Masa üstünde çekirdeklerin yanında sabahtan kalan bir iki ekmek kırıntısı var. Kenarda ateşten simsiyah olmuş bir demlik, hemen yanında ise yıkanmamış bardaklar duruyor. Çimento torbalarının hemen yanında bir çift ayakkabı var. Ayakkabı dediysem sözün gelişi soğukkuyu tabir edilen bildiğimiz kara lastik. İçinde itinayla katlanmış bir çift çorap.
Üçtaştan yapılma bir ocak var kenarda. Üstünde de alüminyum bir güğüm. O da simsiyah. Ateşin üstüne konulan bu güğümle sırayla kıdeme kademeye göre yıkanılıyor. Rüzgârda epil epil yellenen çamaşırlar görüyorum. Yıkanmış kuruması için Ilgaz’ın her daim esen yeline emanet edilmiş bir pantolon bir gömlek.
Yatacak yer mi Üç beş yıldızlı otel olmasa da şükür ki üstü kapalı bir yerleri var. Henüz faaliyete geçmeyen tesisin binası içinde kırık dökük tahtalar üstüne serilen bir kat yatak. Şanslı ya da ustabaşı değilsen yerde yatarsın. Gardırop olarak pencere pervazı yetiyor, mutfak ise bir kuytu köşe. Zaten yiyecek fazla bir şey yok. Elektrik olmaması sorun değil de, telefonların şarjı dert oluyor. Yukarıya çıkanlara rica ediyorlar bekçi kulübesine gönderiyorlar şarj için.
Kenarda bir namaz tahtası görüyorum. Secdeye varılan yeri aşınmış. Oturma yeri iyice parlamış.
Yalnızlık zor olmalı. Hele gurbette, sevdiklerinden uzakta olunca daha bir zor olmalı. Dayanma gücü, maneviyat lazım, sabır lazım, tevekkül lazım.
Nasırlı elleri gülen yüzleriyle tanıdım bu gençleri. Selam verdim gözleriyle birlikte yürekleri de güldü.
Siyah beyazdı hayatları hiç renk yoktu. Ya da ben göremedim. Çok uzaklardan gelmişlerdi. Her birinin farklı bir hikâyesi olmalıydı. Belki başlık parası belki borç belki işsizlikti onları buralara sürükleyen.
Ilgaz’daydılar ama onların bilmedikleri bir Ilgaz daha vardı. Çıktım zirveye seyrettim kuş bakışı. O Ilgaz’ı
Otellerin önü doluydu. Sevindim turizm adına, Kastamonu adına.
Bir gurup aşağıdan yukarı teleferiklerle çıkarken bir başka gurup iniyordu. Selam verdim. Sadece telesiyejde görev yapanlar aldı. Kenara çekilip inenlere, çıkanlara yol verdim.
Zirve kafeterya kapalıydı ama önünde ki ağaç masa duruyordu. Oturup köy ekmeği, domates, biberden oluşan bir sofra kurduk. Yemek sırasında aklım Ilgaz’ın diğer yüzünde kalmıştı.
Masada yarısı yenmiş bir yeşil zeytin çekirdeği görünce onların cilalanmış zeytinlerini hatırladım. Güldüm.
Bazılarının elleri nasırlıydı yürekleri yumuşacık.
Bazılarının ise yürekleri nasırlıydı yumuşacık ellerine inat..
Kalıp tahtalarından yapılmış bir masa, üstünde birkaç zeytin çekirdeği ama cilalanmış gibi duruyor tertemiz. Masa üstünde çekirdeklerin yanında sabahtan kalan bir iki ekmek kırıntısı var. Kenarda ateşten simsiyah olmuş bir demlik, hemen yanında ise yıkanmamış bardaklar duruyor. Çimento torbalarının hemen yanında bir çift ayakkabı var. Ayakkabı dediysem sözün gelişi soğukkuyu tabir edilen bildiğimiz kara lastik. İçinde itinayla katlanmış bir çift çorap.
Üçtaştan yapılma bir ocak var kenarda. Üstünde de alüminyum bir güğüm. O da simsiyah. Ateşin üstüne konulan bu güğümle sırayla kıdeme kademeye göre yıkanılıyor. Rüzgârda epil epil yellenen çamaşırlar görüyorum. Yıkanmış kuruması için Ilgaz’ın her daim esen yeline emanet edilmiş bir pantolon bir gömlek.
Yatacak yer mi Üç beş yıldızlı otel olmasa da şükür ki üstü kapalı bir yerleri var. Henüz faaliyete geçmeyen tesisin binası içinde kırık dökük tahtalar üstüne serilen bir kat yatak. Şanslı ya da ustabaşı değilsen yerde yatarsın. Gardırop olarak pencere pervazı yetiyor, mutfak ise bir kuytu köşe. Zaten yiyecek fazla bir şey yok. Elektrik olmaması sorun değil de, telefonların şarjı dert oluyor. Yukarıya çıkanlara rica ediyorlar bekçi kulübesine gönderiyorlar şarj için.
Kenarda bir namaz tahtası görüyorum. Secdeye varılan yeri aşınmış. Oturma yeri iyice parlamış.
Yalnızlık zor olmalı. Hele gurbette, sevdiklerinden uzakta olunca daha bir zor olmalı. Dayanma gücü, maneviyat lazım, sabır lazım, tevekkül lazım.
Nasırlı elleri gülen yüzleriyle tanıdım bu gençleri. Selam verdim gözleriyle birlikte yürekleri de güldü.
Siyah beyazdı hayatları hiç renk yoktu. Ya da ben göremedim. Çok uzaklardan gelmişlerdi. Her birinin farklı bir hikâyesi olmalıydı. Belki başlık parası belki borç belki işsizlikti onları buralara sürükleyen.
Ilgaz’daydılar ama onların bilmedikleri bir Ilgaz daha vardı. Çıktım zirveye seyrettim kuş bakışı. O Ilgaz’ı
Otellerin önü doluydu. Sevindim turizm adına, Kastamonu adına.
Bir gurup aşağıdan yukarı teleferiklerle çıkarken bir başka gurup iniyordu. Selam verdim. Sadece telesiyejde görev yapanlar aldı. Kenara çekilip inenlere, çıkanlara yol verdim.
Zirve kafeterya kapalıydı ama önünde ki ağaç masa duruyordu. Oturup köy ekmeği, domates, biberden oluşan bir sofra kurduk. Yemek sırasında aklım Ilgaz’ın diğer yüzünde kalmıştı.
Masada yarısı yenmiş bir yeşil zeytin çekirdeği görünce onların cilalanmış zeytinlerini hatırladım. Güldüm.
Bazılarının elleri nasırlıydı yürekleri yumuşacık.
Bazılarının ise yürekleri nasırlıydı yumuşacık ellerine inat..
14 Temmuz 2009 Salı
Mahalle Baskısı
KARŞI MAHALLE.
Araştırmacı yarı-Entel yazarınız İnebolu Macerasından sonra yani sütten ağzı yandıktan sonra yoğurdu üflemeye karar verdi. Gündem oluşturmak için özgün ve yaratıcı fikirler düşünürken birden aklına çok parlak, şimdiye kadar hiç denenmemiş bir aksiyon geldi.
Kılık değiştirip mahalle baskısı var mı yok mu test etmek.
Yazarımız kendini her ne kadar beyaz Türk olarak tanımlasa da, kanının mavi olduğunu, asaletinin saraya dayandığını iddia etse de yakın arkadaşlarından aldığımız bilgiye göre I-Pod’unda başkalarının yanında opera dinlediği, yalnızken Ankaralı Namık, Hasan Yılmaz, Peçenekli Süleyman’ın türküleri eşliğinde göbek attığı bilgisine ulaştık.
Asil yazarımız..! Kendine çok yabancı bu kültürü tanıyabilmek ve mahallede gezebilmek için neler gerektiğini sordu, soruşturdu, araştırdı diyemeyeceğim eliyle koymuş gibi, kırk yıldır sanki o mahallede yaşıyormuşçasına şıp diye buldu. İşe araçtan başladı. Söylediğine göre bu bir sosyal statü sembolüymüş. En pahalı markalar bile onun yanında solda sıfır sayılırmış. Şimdilerde bulmak çok zor ama gidip sanayide arayayım bulmam epey zaman alabilir deyip güya gittiği sanayiden,(evi beş dakika uzaklıkta) beş dakika sonra altında gıcır gıcır kırmızı rengiyle alev alev yanan bir Hacı Muratla döndü. Ellememize içine oturmamıza bile müsaade etmedi sahibi kızıyor dedi. Bize bu âlemin otomobilinde olması gereken özelliklerini sıralamaya başladı. Ne derin bilgi, hayran olduk kendisine.
“Bu âlemin delikanlısının arabası 1976 Model kırmızı bir Hacı Murat olacak. Öyle abidik gübidik markalar bizi bozar. Yanlarında kocaman Sport team yazacak. En az sekiz adet sis farlarıyla donatılmış olacak. Alttan görülen diferansiyel kutusu üzerine fosforlu kâğıtlar yapıştırılmış olacak. Aynalarında en son katıldığım(Pardon ağzımdan kaçtı) düğün konvoyundan kalan renkli yazmalar olacak. Elbette O şimdi asker, vatan için gidiyorum senin için döneceğim, rahmetlide sollardı türünden özlü sözlerle dört bir yanı donatılmış olması da şarttır. Ayrıca en önemlisi çok güçlü ve birkaç şekilde ses çıkarabilen havalı kornası olacak. Egzostunun da çift boğazlı olup gaza basınca yedi mahalleden duyulabilecek sisteme sahip olmasında büyük fayda var. Tabi şoförün koltuğu altında her an kullanıma hazır meşe (tercihen kiren)odunu, son sistem mp3 çalar, aynaya takılı CD, cevşen, maşallah yazısı, pelüş koltuk kılıflarını söylemeye gerek bile yok sanırım. Dedi.
Arabayı hallolmuştu. Sıra geldi kendisindeydi. Marka giyinen! Tam bir entelektüel! tam bir gurme! Yazarımız bir dakika deyip yanımızdan ayrıldı döndüğünde üzerinde; En parlak kumaştan yapılma bir takım elbise, kolunda altın suyuna batmış koca bir künye boynunda iki kat zincir, pazı dolmasına benzeyen parmaklarında şövalye yüzükler vardı. Ceketin altına ise klasik beyaz geniş yakalı bir gömlek giymişti. Ayaktan yarım metre ilerde duran siyah ayakkabıyla giysi tamamlanmıştı.
En pahalı modelden olan ancak kontur olmadığı için kapalı duran sadece yüklediği müzikleri dinlemeye yarayan birden fazla cep telefonu da pantolonunun iki yanında silah gibi sarkıyordu. Yarım kilo jöleyle ancak yapışan saçlarını tarayıp, dışı ayna olan güneş gözlüklerini de takınca tepeden tırnağa değişim kusursuz olarak tamamlanmıştı. Bizimse O’na hayranlığımız bir kat daha artmıştı.
Ne diyelim bu adam bu işi biliyordu.
Mahalleye çıkma zamanı gelmişti. Aracıyla sokaklardan geçerken hayret hiçbir tacize uğramıyordu. Ahali gayet sakindi. Kimse bakmıyordu bile. Gaza basması, arabayı bağırttırması, tüm camları açıp tım tıs müziği sonu kadar açması bile ilgi çekmiyordu. Hatta yeşil ışıkta geçmeye çalışan bir yayayı ezme girişimi bile sonuçsuz kalmıştı.
Arabayla olmuyordu yaya devam etmeliyim diye düşündü. Çay boyunda bir tur atmaya karar verdi. Topuklarının üstüne bastığı Hacivat ayakkabısıyla yengeç gibi yan yan yürümeye başladı. Aynalı güneş gözlükleri pırıl pırıl parlayan künyesi, zinciri bile dikkat çekmiyor halk bu görüntüye hiç tepki vermiyordu. Arada bir Vayy abimiz gelmiş. Epeydir yoktun abim akşam açık maslağa gel biraz demlenip atış talimi yapalım diyenleri ise duymazlıktan geliyordu. Soranlara ise tanımıyorum elbette beni birilerine benzetmiş olacaklar diye homurdanıyordu. En yakın kuruyemişçiden aldığı bir kilo çekirdeği yemeye kabuklarını sokaklara tükürmeye başladığında hah bu tepki toplar dese de. Kimse tınmadı bile.
Yarı entel yazarımız otoparka para vermemek için yolun üstüne bıraktığı aracının olduğu gibi durduğunu görünce rahatladı.
Yaptığı bu büyük sosyolojik araştırmanın çok ses getireceğine inancı tamdı. Yerinde yaptığı araştırmaya göre mahalle baskısı filan yoktu. Üstelik çok rahat etmişti. Paçalı beyaz donla denize girmenin neresi kötüydü. Plajda karpuz kesmek, mangal yapmak suda uzuneşek oynamak bunlar sıradan şeyler değil miydi?
Üstelik bu şehri sen kirletmezsen ben kirletmezsem kim temizlik görevlisi istihdamına katkıda bulunacaktı. Değilmi ya.
Yazarımızın bundan sonraki durağı smokinle gittiği sanayideki esnaf lokantasında petrus şarabında terbiye edilmiş, füme somon siparişi vermek.
Ne dersiniz yiyebilmiş midir?
…………YAZARIN NOTU..Sıcaklar artıyor.Klima etkisi yaratan yazılara devam
Araştırmacı yarı-Entel yazarınız İnebolu Macerasından sonra yani sütten ağzı yandıktan sonra yoğurdu üflemeye karar verdi. Gündem oluşturmak için özgün ve yaratıcı fikirler düşünürken birden aklına çok parlak, şimdiye kadar hiç denenmemiş bir aksiyon geldi.
Kılık değiştirip mahalle baskısı var mı yok mu test etmek.
Yazarımız kendini her ne kadar beyaz Türk olarak tanımlasa da, kanının mavi olduğunu, asaletinin saraya dayandığını iddia etse de yakın arkadaşlarından aldığımız bilgiye göre I-Pod’unda başkalarının yanında opera dinlediği, yalnızken Ankaralı Namık, Hasan Yılmaz, Peçenekli Süleyman’ın türküleri eşliğinde göbek attığı bilgisine ulaştık.
Asil yazarımız..! Kendine çok yabancı bu kültürü tanıyabilmek ve mahallede gezebilmek için neler gerektiğini sordu, soruşturdu, araştırdı diyemeyeceğim eliyle koymuş gibi, kırk yıldır sanki o mahallede yaşıyormuşçasına şıp diye buldu. İşe araçtan başladı. Söylediğine göre bu bir sosyal statü sembolüymüş. En pahalı markalar bile onun yanında solda sıfır sayılırmış. Şimdilerde bulmak çok zor ama gidip sanayide arayayım bulmam epey zaman alabilir deyip güya gittiği sanayiden,(evi beş dakika uzaklıkta) beş dakika sonra altında gıcır gıcır kırmızı rengiyle alev alev yanan bir Hacı Muratla döndü. Ellememize içine oturmamıza bile müsaade etmedi sahibi kızıyor dedi. Bize bu âlemin otomobilinde olması gereken özelliklerini sıralamaya başladı. Ne derin bilgi, hayran olduk kendisine.
“Bu âlemin delikanlısının arabası 1976 Model kırmızı bir Hacı Murat olacak. Öyle abidik gübidik markalar bizi bozar. Yanlarında kocaman Sport team yazacak. En az sekiz adet sis farlarıyla donatılmış olacak. Alttan görülen diferansiyel kutusu üzerine fosforlu kâğıtlar yapıştırılmış olacak. Aynalarında en son katıldığım(Pardon ağzımdan kaçtı) düğün konvoyundan kalan renkli yazmalar olacak. Elbette O şimdi asker, vatan için gidiyorum senin için döneceğim, rahmetlide sollardı türünden özlü sözlerle dört bir yanı donatılmış olması da şarttır. Ayrıca en önemlisi çok güçlü ve birkaç şekilde ses çıkarabilen havalı kornası olacak. Egzostunun da çift boğazlı olup gaza basınca yedi mahalleden duyulabilecek sisteme sahip olmasında büyük fayda var. Tabi şoförün koltuğu altında her an kullanıma hazır meşe (tercihen kiren)odunu, son sistem mp3 çalar, aynaya takılı CD, cevşen, maşallah yazısı, pelüş koltuk kılıflarını söylemeye gerek bile yok sanırım. Dedi.
Arabayı hallolmuştu. Sıra geldi kendisindeydi. Marka giyinen! Tam bir entelektüel! tam bir gurme! Yazarımız bir dakika deyip yanımızdan ayrıldı döndüğünde üzerinde; En parlak kumaştan yapılma bir takım elbise, kolunda altın suyuna batmış koca bir künye boynunda iki kat zincir, pazı dolmasına benzeyen parmaklarında şövalye yüzükler vardı. Ceketin altına ise klasik beyaz geniş yakalı bir gömlek giymişti. Ayaktan yarım metre ilerde duran siyah ayakkabıyla giysi tamamlanmıştı.
En pahalı modelden olan ancak kontur olmadığı için kapalı duran sadece yüklediği müzikleri dinlemeye yarayan birden fazla cep telefonu da pantolonunun iki yanında silah gibi sarkıyordu. Yarım kilo jöleyle ancak yapışan saçlarını tarayıp, dışı ayna olan güneş gözlüklerini de takınca tepeden tırnağa değişim kusursuz olarak tamamlanmıştı. Bizimse O’na hayranlığımız bir kat daha artmıştı.
Ne diyelim bu adam bu işi biliyordu.
Mahalleye çıkma zamanı gelmişti. Aracıyla sokaklardan geçerken hayret hiçbir tacize uğramıyordu. Ahali gayet sakindi. Kimse bakmıyordu bile. Gaza basması, arabayı bağırttırması, tüm camları açıp tım tıs müziği sonu kadar açması bile ilgi çekmiyordu. Hatta yeşil ışıkta geçmeye çalışan bir yayayı ezme girişimi bile sonuçsuz kalmıştı.
Arabayla olmuyordu yaya devam etmeliyim diye düşündü. Çay boyunda bir tur atmaya karar verdi. Topuklarının üstüne bastığı Hacivat ayakkabısıyla yengeç gibi yan yan yürümeye başladı. Aynalı güneş gözlükleri pırıl pırıl parlayan künyesi, zinciri bile dikkat çekmiyor halk bu görüntüye hiç tepki vermiyordu. Arada bir Vayy abimiz gelmiş. Epeydir yoktun abim akşam açık maslağa gel biraz demlenip atış talimi yapalım diyenleri ise duymazlıktan geliyordu. Soranlara ise tanımıyorum elbette beni birilerine benzetmiş olacaklar diye homurdanıyordu. En yakın kuruyemişçiden aldığı bir kilo çekirdeği yemeye kabuklarını sokaklara tükürmeye başladığında hah bu tepki toplar dese de. Kimse tınmadı bile.
Yarı entel yazarımız otoparka para vermemek için yolun üstüne bıraktığı aracının olduğu gibi durduğunu görünce rahatladı.
Yaptığı bu büyük sosyolojik araştırmanın çok ses getireceğine inancı tamdı. Yerinde yaptığı araştırmaya göre mahalle baskısı filan yoktu. Üstelik çok rahat etmişti. Paçalı beyaz donla denize girmenin neresi kötüydü. Plajda karpuz kesmek, mangal yapmak suda uzuneşek oynamak bunlar sıradan şeyler değil miydi?
Üstelik bu şehri sen kirletmezsen ben kirletmezsem kim temizlik görevlisi istihdamına katkıda bulunacaktı. Değilmi ya.
Yazarımızın bundan sonraki durağı smokinle gittiği sanayideki esnaf lokantasında petrus şarabında terbiye edilmiş, füme somon siparişi vermek.
Ne dersiniz yiyebilmiş midir?
…………YAZARIN NOTU..Sıcaklar artıyor.Klima etkisi yaratan yazılara devam
12 Temmuz 2009 Pazar
ÖSS 2009 SÖZEL2 DALINDA TÜRKİYE 485.
Gümüşhane..20 Ağustos 1992 Sıcak bir gün..
Bir bebek doğdu..Minnacık yüzü görünmüyordu bile..Aslıhan koydum adını..Prensesti benim için.
Rüzgâr bizi o ilden bu ile attı. Kastamonu’ydu son durağımız. Abdurrahman Paşa Lisesi’nden mezun oldu.
Sınava girdi.
O şimdi öğretmen adayı. Ankara’da okuyacak.
Teşekkürler Kastamonu..
Balıkçı Şef..
Bir bebek doğdu..Minnacık yüzü görünmüyordu bile..Aslıhan koydum adını..Prensesti benim için.
Rüzgâr bizi o ilden bu ile attı. Kastamonu’ydu son durağımız. Abdurrahman Paşa Lisesi’nden mezun oldu.
Sınava girdi.
O şimdi öğretmen adayı. Ankara’da okuyacak.
Teşekkürler Kastamonu..
Balıkçı Şef..
11 Temmuz 2009 Cumartesi
İNEBOLU YOLUNDA BİR GURME..
Türk matbuatının en büyük gazetelerinin, en gözde yazarlarının bazıları bu mevsimde güneye göç ederler. Yazıları da artık;”Ben Çeşme’de filanca 5 yıldızlı otele gittim. Harika nefis kaçırmayın yaz bitmeden gelin. Ya da Ala çatı’nın rüzgârlı koylarında romantizm bir başkaymış aman gelin diye başlar.
Bu âlemde benim onlarda neyim eksik, hatta göbeğime bakarak fazlam bile var deyip sizin için yollara düştüm. Radikal bir yazar olarak tanınıp bilindiğim için ,en azından ev ahalisine böyle diyorum.onlarla ters düşmem gerekirdi. O yüzden kuzeyi tercih ettim.Gazetemizin bana tahsis ettiği limuzinin..! Organize sanayiye gelmeden tüpü bittiği, Depoyu dolduracak yeterli nakit olmadığı, kredi kartlarının da limiti dolduğu için mecburen otostopla devam ettim.
Yeni aracımız camlıvan denilen son dönemin en gözde araçlarından biriydi. OSB ve Oyrak geçidinde mide ve böbrekler bir ara yer değiştirse de sonra yerlerine döndüler.
Aheste çek kürekleri misali Seydiler’e yaklaştık. Acayip acıktım levhasını görünce guruldayan midemin sesini duyarda döneriz diye ümit etsem de şoförümüz motorda ses var galiba oysaki yeni bakım yaptırmıştım deyip epey söylendi.Küre’yi indik.o varyant adamın başını döndürmeye yetiyor.Aşağıda ben kimim burası nere gibi anlamsız sorular sormama sebep oldu.Maden tüneli girişinden sonra Emin Abi’nin yerine kadar yolda çalışmalar var dikkat taş düşebilü..
Emin Abinin yerinde durmadan olmaz.O güzelim Ecevit Çorbası üstüne bir bütün köy ekmeği banarak yediğim omlet ve bir çaydanlık çaydan sonra gözüme birazcık olsun fer gelmişti.Hatta bir türkü bile tuttursam da çarçabuk susturuldum..
İnebolu yukarılardan görünmeye başladı. Tüneli çıkar çıkmaz sahilin denizin sıcağı yüzümüze çarpmaya başlamıştı bile. Meydana gelip durduk. Gelip beni alacak heyet ortalarda görünmediğine göre çünkü ne kırmızı halı ne bando görebildim. Başımızın çaresine bakacaktık. Hamamcı Salih Reis heykelinin gölgesine sığınıp hem etrafı kesiyordum bir tanıdık çıkar mı diye,hem de gelen arabalara bakıyordum. İstanbul plakalı araçların çokluğu dikkatimi çekti.
Bir tanesi önümde durdu. (Herhalde beni tanıdı imza filan isteyecek diye düşündüm.) Evrenye bu yolda mı diye sordu.-Ağabeyciğim ben oralı sayılırım dur seni götüreyim deyip arabaya atladım. Bu arada adamın elindeki haritayı aldım. uzun uzun arayıp Evrenye yi buldum.!
Beni Evrenye diye şehir merkezine epey uzakta indiren o arkadaşa teessüflerimi bildirmek isterim.Plakası bende..
Evrenye limanı sahiliyle, deresiyle, limanıyla, kırmızı aşı boyalı ahşap evleriyle tipik bir İnebolu balıkçı kasabası. Şimdilerde hareketli. dışardan epey kişi gelmiş. İyi de ben buraya niye geldim. En iyisi editörümü arayım buralarda haber peşindeyim deyip acele ödenek istemek
Editörü ödemeli olarak arama gayretlerim, sayısız çaldırıp kapatma, aramasını nafile beklemek off ki off. Şu konturu icat edenler ne deyim size bilmem ki. Neyse ki bıktıran ısrarcı teşebbüslerim sonunda semeresini verdi. Editör bana dolmuş durağının yolunu tarif edip, artık bu numarayı iptal ettirdiğini söyleyip Rahmetli Erol TAŞ vari bir şekilde gülerek kapattı.
Çaresiz dolmuş durağına doğru giderken millet plajda denize giriyor, iş makineleri harıl harıl çalışıyordu.
Gün batarken romantik görüntüleri yalnız bir biçimde fotoğrafladım.
Editoryal Not: İnebolu’da kaybolan Araştırmacı, aşırmacı intihalci, yarı entel maganda,(sonradan) Gurme yazarımız en son olarak, büyük bilgi birikimini ve eşsiz diplomasi yeteneğini, dolmuş şoförüyle ayakta gidersem kaç lira indirim yaparsın gibi bilimin açıklayamadığı 50 gerçek arasına giren bir konuyu tartışırken görülmüştür.
Bulanların ya da görenlerin tanımamazlıktan gelmeleri tavsiye edilir.
YAZARIN NOTU:Bu sıcaklarda biraz espri yapalım dedim.Klima yerine geçmiştir umarım.Serinlemişsinizdir.İki nokta artı parentez.eşittir gülen adam..Kısaca bu bir mizah yazısıdır.
8 Temmuz 2009 Çarşamba
KASTAMONU'DAKİ ANIT AĞAÇ
AĞAÇ NASIL ANIT OLDU..
Bu fotoğrafta görülen ağaç Kastamonu Taşköprü dilek köyü kuştepe mahallesindedir. yöresel ismi Dereci armudu..ilk gördüğümden beri tanıtımı, korunması için çalışıyorum.Burgulu kollarıyla bir tabiat anıtı olacağını düşünerek valiliğe yaptığım müracaat sonucu Orman fakültesinden uzmanlar gelip inceledi.ve yaşının 80 civarında olduğunu o yüzden anıt ağaç olamayacağı raporu yazıldı.Oysa fotoğraftaki amcam 1931 doğumlu olduğunu ve bu ağacın kendini bildi bileli bu halde olduğunu söyledi.Hatta babası ve dedesi bile hatırlamıyormuş bunu kim dikmiş, nasıl böyle olmuş...kimse bilmiyor..Anıt ağaç sıfatı alsaydı koruma altına alınabilecekti..şimdilik köyde kalan üç beş kişinin korumasında.Kışın onlarda gidiyor.Umarım gelecek nesillerde bu güzelliği görebilir..
....
Bu yazı yayınlandıktan epey sonra bir sarı zarf aldım.Önce korktum devlet memuru olarak tehlikeli bir şey o sarı zarf..İl Kültür Ve Türizm Müdürlüğü yolladığı yazıyla Ağacımın Anıt Ağaç olarak tescil edildiğini bildiriyordu.
Kastamonu bana çok şey vermişti.Bende borcumun belki böylelikle küçük bir kısmını ödemiş olmuşumdur.
7 Temmuz 2009 Salı
USTANIN SIRRINI BULDUM...
Kastamonu Saat Kulesindeyim. Etrafa bakarken bir şey dikkatimi çekiyor. Şirin bir saat kulesi maketi merdivenlerde bana bakıyor. Ahşap ve aslına uygun bir görünüşte. Çok hoşuma gidiyor. Ustası kimdir, nerdedir nasıl yapar diye sorup soruşturuyorum.
Şerafettin Usta yapar deyip adresini veriyorlar. Yolun düşerse uğra bir çayını iç, sohbeti dinlenir çayı içilir diye de ilave ediyorlar.
Sıcak bir haziran günü, güneş tepemde beynimi kavururken araya sora ustanın yerini buluyorum. İşyeri olarak kullandığı yer, mahalle arasında eski bir evin bodrumu, Sıcaktan öylesine bunalmışım ki içeri girer girmez
—Aman ustam bir bardak su diyorum. Kendimi attığım sandalye de suyumu içip biraz nefesleniyorum. Şerafettin Usta ellili yaşlarda ama oldukça dinç görünüyor. Çaylarımızı yudumlarken ben soruyorum o anlatıyor.
—Benimkisi bir sevda, hem de karşılığı olmayan bir kara sevda. Diye başlıyor hikâyesine. Ahşap işleme çocukluğumdan beri içimde anlatılmaz bir tutku olmuştu. Öyle ki ilk kez elime aldığım basit bir ağaç parçasını işleyip de işe yarar bir şey haline getirdiğim andan, ölünceye kadar sürecek olan bir tutku. Çocukken başlayan bu sevda yıllar geçtikçe benimle birlikte büyüdü. Tüm hayatımı kapladı. Eğitimim yok,okuyamadım ama hep aynı işi yaptım. Hiç ustam olmadı ne bildiysem, ne öğrendiysem hep kendi kendime oldu.
Hayat hikâyemim dönüm noktalarından biri de açtığım dükkândı. Önceleri iyiydi ama sonra olmadı. Çeşitli sebepler yüzünden yürümedi. Kapatmak zorunda kaldım. Zor yıllardı o yıllar. Karanlık yıllardı. Işığı olmayan bir tüneldeyim sanki. Tünel tamamen karanlıkken, sağ olsunlar küçük bir ışık yaktılar. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma derneğinden verilen krediyle burayı açtım.
Ancak aksilikler peşimi hiç bırakmadı. Ne yaptıysam tutmadı. Yaptıklarım da elimde kaldı sadece odun olarak işe yaradı. Sobada yakıp hayallerimle ısıttım burayı.
Derken aklıma saat kulesi maketi yapmak geldi. Birkaç deneme yaptım. Çeşitli boyutlar arasında en uygunu, tutulanı bu oldu. Ama bu aşamaya gelinceye kadar çok uğraştım. Saat kulesine çıkıp defalarca ölçü aldım.
Bir yandan anlatıyor bir yandan kesiyor biçiyor ölçüyordu. Piyasayı saran Uzakdoğu mallarının arasında bunların alınmamasını anlamadığımı söyleyince kızmıyor bile.
—Halimize şükür, ekmek paramız çıkıyor ya. O da yeter bize diyor.
Çok yapıp çok sat, daha fazla kazan deyince gülüyor. Günde ortalama en fazla 5–6 adet yapabiliyorum diyor. Fazlasına makine gücüm yetmiyor. Tek isteğim küçük bir masa üstü CNC tezgâhı.
— Böyle bir tezgâhın olsa ne yapacaksın diyorum.
—Bir hayalim var diyor. Çocuklar için kanserojen olmayan ahşap kokan oyuncaklar yapmak istiyorum. Kastamonu’nun simgesi olmuş konakları yapıları tarihi eserlerin maketlerini yapmak istiyorum. Onları farklı şekillerde sunmak istiyorum yapboz olacak, maket olacak, eğitici öğretici bilgilendirici olacak diyor.
Birden gözümün önüne bir görüntü geliyor. Bir sergi düşünüyorum. Bu sergide, farklı yaştaki çocuklar için farklı özelliklerde yapılmış maket Kastamonu evleri, konaklar var. Küçükler için Araç Yayla evleri, büyükler için Örneğin Vilayet Binası, Kambur Köprü, Nasrullah Camii vb. simgesel eserler. İçerisinde nasıl yapılacağını gösteren şemayla birlikte o eserin özelliklerini, tarihini anlatan broşür ve fotoğrafının olduğu prototip ürünler var.
Bu sergiyi İstanbul’da, Ankara’da iş adamları ve Kastamonulu müteşebbislere gösteriyoruz. Siparişleri alıp işi büyütüyoruz.
Kastamonu’yu ziyaret edenler dönerken yanlarında hatıra olarak çocuklarına bu oyuncaklardan alıyorlar, Dışarıdaki Kastamonulular da memleket hasreti çektikçe salonlarının en güzel yerindeki bu maketlere bakıp hasret gideriyorlar.
—Yes we can..! (yapabiliriz.) diyorum heyecanla. Usta yine gayet temkinli. Benim gücüm sadece hayallere yetiyor, ötesine gücüm de param da imkânım da yok diyor.
Güleç yüzlü ustamın yaptığı maketlerde farklı bir şey olmalı diye düşünüyorum. İnsanı sarıp sarmalayan, alıp götüren bir şey. Yaptığı her şeye alın terinin yanında gizli bir şey daha katıyor olmalıydı. Belki bir sır. Bu sırrı keşfetmeliydim. Ustanın Sırrı neydi acaba. Bunları düşünürken her daim açık olan kapıdan elinde bir futbol topu yanakları kıpkırmızı bir afacan giriyor
—Şerafettin Amca topumuzu bir şişirsene diyor. Ustamız üşenmeden kalkıyor ve kompresörle topu şişirip, afacanın yanağını okşayıp yolluyor. O çıkmadan mahalleden bir komşu geliyor. Elinde bir teker var. —Usta şuna bak bakalım kaçlık matkapla delmem lazım diyor. Ustamız Kumpasını arıyor, buluyor, ölçüyor ve bir matkap ucu takıyor. Ama içine sinmiyor. O matkapla örnek bir delik açıyor tekeri deniyor. Olmuyor. Başka bir matkap ucu buluyor tekrar deliyor. İçi rahatlayınca da —Tamam. Bununla del. Diyor. Ve komşu gidiyor.
Ustamız büyük bir özenle çalışıyor. Arada bir dükkânın arka tarafına gidip malzeme getiriyor. O sırada bir ses geliyor arkamdan. Eski bir koltuk üstündeki bir koli içinden geliyor bu ses. Dikkatle bakıyorum. Biraz sonra. Beni yabancı görüp sindikleri yerden bana bakan dört küçük kedi yavrusu görüyorum. Ben onlara bakarken, gelen usta açıklama yapıyor.-Anneleri yok. Dükkânın içinde buldum bunları, elimden geldiğince bakıyorum diyor.
Birden tamam buldum. Aradığım sırrı buldum. Ustanın Sırrını keşfettim diyorum.
Hani eline aldığı tahtayı kesip biçerken gözlerinde gördüğüm o sır var ya,
Mahalleli çocukların amcası olarak şişirdiği topu verip başını okşadığı çocuğun gülüşünde gördüğüm o sır var ya,
Geleceğini, hayallerini anlattığı tezgâhında işlediği saat kulesi maketine harç olarak kattığı bir ölçü bilinmeyen o sır var ya,
Öksüz kalmış yavru kediciklerle oynarken, bacaklarına dolanıp mır mır eden kediciklerin önlerine koyduğu süte kattığı o sır var ya,
İşte o aradığım sır gözümün önündeydi.
Ustanın Sırrını bulmuştum. O sır sevgiydi…
Tahtaya şekil veren nasırlı elleriyle, elli yılın yorgunluğu ile takılan gözlüğün ardından bakan gözlerin sahibi Şerafettin Usta, bir miktar yapıştırıcı, biraz kâğıt, üç beş tahta, bir miktar kökboyasının yanında,
Yüreğinden damıtılmış bir avuç sevgiyi de katıyordu.
…
Ona bir bedel biçilebilir mi bilmem.
KASTAMONU GECELERİ...
Kastamonu sokaklarındayım. Yalnızım bir başınayım. Bir ben varım bir de emektar makinem Mevsimlerden ilkyaz. Aylardan temmuz. Saatler ise akşamüstü. Çay boyundayım. Yağmur inceden çiseliyorken çınar ağaçları şemsiyem oluyor. Elim cebimde başım önde Kara çomak’la birlikte bir türkü tutturmuşum. Gidiyorum uzun ince.
Yağmur kesiliyor ara ara. Güneş kendini kapatan bulutlardan hıncını almak istercesine yakıyor tutuşturuyor. Gökyüzü yangın yerine dönüyor. Bulutlar bir araya gelip karartmak istedikçe güneş onları dağıtıyor.
Uzaklardan bir bölük bulut gökyüzünü kızıla boyayarak gelip geçiyor İsmail Bey Camisinin üzerinden. Akşamın kızıllığı çoktan çökmüş. Aklımdan diyorum ki belki belki de, o bulutlar Filibe’den Candaroğlu İsmail Bey’den selam getirmiştir. Ata toprağına kendi için yaptırıp ta yatamadığı son mekânına bir selam yollamıştır. Belki şu kubbesine düşen üç beş damla oralardan gelmiştir.
Hani “Akıncılar” Şiirinde Yahya Kemal diyor ya;
Yağmur kesiliyor ara ara. Güneş kendini kapatan bulutlardan hıncını almak istercesine yakıyor tutuşturuyor. Gökyüzü yangın yerine dönüyor. Bulutlar bir araya gelip karartmak istedikçe güneş onları dağıtıyor.
Uzaklardan bir bölük bulut gökyüzünü kızıla boyayarak gelip geçiyor İsmail Bey Camisinin üzerinden. Akşamın kızıllığı çoktan çökmüş. Aklımdan diyorum ki belki belki de, o bulutlar Filibe’den Candaroğlu İsmail Bey’den selam getirmiştir. Ata toprağına kendi için yaptırıp ta yatamadığı son mekânına bir selam yollamıştır. Belki şu kubbesine düşen üç beş damla oralardan gelmiştir.
Hani “Akıncılar” Şiirinde Yahya Kemal diyor ya;
Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de Hala o kızıl hatıra gitmez gözümüzde.
Belki bu kızıl hatırayı yollamıştır o uzak diyarlardan memleketine.
Yağmurlu bir temmuz akşamı. Meydan tenhalaşmış. El ayak çekiliyor. Herkes evine ocağına giderken gözüm takılıyor Şerife Bacıma. Kağnısında yavrusuyla ufuktaki son aydınlığa doğru kararlı bir şekilde giden Bacımın ardında bir millet peşinden geliyor.
Karanlık çöktü.
Yalnızım bir başınayım.
Yeşil bir yola dönüşüyor kara çomak. Usul usul akıyor. Gece kimseyi rahatsız etmemek için O da bende sessizce ama bir arada, konuşmadan yan yana ilerliyoruz.
Ben evime.
O bilinmeze.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)