10 Aralık 2010 Cuma

“LOÇ’UN GÖZYAŞLARI”

KAYIP DÜNYANIN CENNETİ

Saat sabah 5.00’i gün ağarmamışken Kastamonu’dan Cide’ye doğru yola çıkmışız. Aralık ayına girmişiz ama hava sonbaharın ilk günlerinden kalma sanki.

Oyrağın rampasından Devrekâni yönüne bakıyorum, hafif bir kızıllık görünce içim kıpır kıpır ediyor huysuzlanıyorum. Oyrak’ı aşınca kızıllıkta iyice belirginleşiyor. Seydileri Devrekâni Kavşağını hızlıca geçiyoruz, Küre yolundan devam edip Ödemiş’ten sağa dönüyoruz. Geç kalmışız. Çoktan güneş Kepez Kayalıklarının arkasından yükselip kızıl alevleriyle bulutları tutuşturmuş bile.

Barajı gördüğümüz ilk yerde araçtan inip kıyıya koşuyoruz. Ama barajın kıyısına ulaşmak öyle kolay olmuyor. Çünkü su yeni çekilmiş, zemin batak ve yumuşak mil kaplı.

Yine de muhteşem gökyüzü manzaralı baraj manzarasının güzelliklerinden çoğunu yüreğimize az bir kısmını da makinemize hapsedip yola devam ediyoruz.

Ağlı’da Çakır oğullarında her zamanki İşkembe Çorba’sı molamızı verip eski dostum Şenol’la demli sabah çayının eşliğinde kısa bir sohbet yapıyor ve Ağlı Kalesine çıkıyoruz.

Kalenin zirvesindeki kayalıklardan, uçurumun kenarından aşağı Ağlı’ya bakıyorum.

Dilimin ucuna bir şiir geliyor. Sessizce kendi kendime söylüyorum.



Ne demiş uçurumda açan çiçek

Yurdumsun ey uçurum



Cemal Süreyya



Yolumuza devam ediyoruz. Şenpazar yolunda ilk olarak Sada köyü var. Burası özellikle sonbaharda fotoğrafçıların vazgeçemediği yerlerin başında geliyor. Tabi Dereli tekke, Valay ve Kalaycıyı da unutmamak lazım.

Şenpazar’da durmuyoruz. Harman gerişten yukarı Tatlıca ya doğru yokuşa sarıyoruz.

Dağlı geçidi sisler altında.

Şenköy,Çamdibi,Hamitli,Karakadı levhasından Loç Vadisine dönüyoruz.

İlk virajda bizi Dağlı Kuylucu ya da yöresel ismiyle “Yerin Kulağı”nın olduğu doğal güzellik, su mağarası levhasını görüyor ve duruyoruz.

Ağaçlar ardından derin bir uğultu gelse de kendisini göremiyorum. Belgeselci Cemal Gülas’ın kamerasından TRT’de izlediğim kadarıyla harika bir yapı.

Virajlar bir biri ardına dönüp aşağı inerken her dönemeç bizi farklı bir dünyaya açıyor. Bir yanda kayalar, bir yanda ormandan bir örtü. Ortada yeşil bir dere çağlıyor. Malyas diyorlar adına.

Devrekâni Çayı, küllerinden yeniden doğan Zümrüd-ü Anka misali bir dere. Kanyonları oluşturan bu dere birbiri ardına sıralanmış beş büyük kanyonu oluşturuyor. Biri bittiği anda bir diğeri yeniden doğuyor. Devrekâni çayı yatağı üzerinde kendi kendini beş kez yeniden yaratıyor.

Vadinin başka bir ilginç tarafı bir yüzünün, Akdeniz, öteki yüzününse Karadeniz özelliği taşıması, bu tip vadilere yeryüzünde çok az rastlanıyormuş. Şöyle ki vadinin güneye bakan yamaçlarında Akdeniz bitki örtüsüne özgü sandal ağaçlarından oluşan eşsiz ormanlar

uzanırken kuzey yamaçlarında Karadeniz'in nemli kayın ve köknar ormanları olması, ayrıca Ilıman bölgelerin ağacı olan çınar ile soğuk iklimlerin ağacı olan sarıçamın yan yana büyümesi bu vadinin eşsiz güzelliğine bir kanıt olarak gösteriliyor.

Loç vadisi bu günlerde çok tartışılıyor. Konuşuluyor. Ben bu konulara girmeyeceğim. Uzmanlar gerekeni söylüyorlar.

İl Özel İdaresinin yaptığı köyler alanında Türkiye’nin ikinci büyük köprüsü olan Gökçeler Köprüsü altında, sacımı ateşin üstüne koymuşum. Üstüne de kavurma olacak malzememi döşemişim. Elimde tahta kaşık üstten karıştırıyor alttan veriyorum coşkuyu.

Saç kavurmamızı, yanı başımızda çağıl çağıl çağlayan Malyas’ın milyonlarca yıldır hiç değişmeden söylediği türküsünün eşliğinde yiyoruz.

Hava bulutlu, hava sıkılgan ama bu durum çok sürmüyor.

Üstten bir yağmur dökülmeye başlıyor.

Hem de inceden inceye.

Tek bir kare çekiyorum.

Bir doğasever olan Uğur Gürsoy dostuma bu anın fotoğrafını gösterdiğimde şöyle ifade ediyor.

—Bu yağmur değil Loç’un gözyaşlarıdır…























24 Kasım 2010 Çarşamba

KÜRE’ DE SONBAHAR VE ÇİÇEK ANNEM

Küre bu sene sonbaharın tüm güzelliklerini yansıtan bölgelerimizin başında dediler. Dağları ayrı güzel köyleri ayrı güzel dediler. Bunu duyarda durur muyum, vurdum sırtıma makinemi giydim ayağıma botlarımı Bu güzellikleri yerinde görmek için bir sonbahar sabahı erkenden düştük Küre yollarına.


Güzel bir sonbahar güneşinin ilk ışıkları Kastamonu’yu ısıtmaya henüz başlamamışken şehrin sisli yollarını geride bıraktık.

Ecevit hanını biraz geçince, yolun sol tarafında benim özellikle sonbaharda mutlaka uğradığım eski bir dostum var. Önünden gelip geçen çok olsa da kimsenin görmediği bir saklı cennet, bir Yalnızlıklar gölü, pek kimsenin bilmediği küçücük bir gölcük.

Sonbaharın sarı kırmızı kahverengi renklerini nakış gibi işlediği yapraklarla dolmuştu gölün yüzü. Sazlıklar kurumuştu. Durdum eski dostumun önünde. Dedim bu ne hal, sararmış solmuşsun.

—Senin de geçen yıllar saçlarına sakalına, bıyığına epeyce beyaz birer çentik atmış dedi.

—Hoşça kal dedim.

—Bir daha ki sonbaharda görüşürüz…

—Kısmet dedi.

Yalnızlar gölü ile iki yalnız sohbet ettik. Sadece ikimizin duyduğu bildiği bir dil ile.

Sonrasında devam ettik yola. Küre sol yanımızda yamaçta sonbahar güneşinin altında pırıl pırıl parlıyordu.

Küre yol ayrımından İkizciler-Sarpun yolundan Karadona yaylasına döndük. İki yanı çamla çevrili, asfalt yerine yaprak serilmiş yoldan ilerlerken arada bir ağaçların açıklığından Küre bir görünüp bir kayboluyordu.

Girdik bir ara yolun arasına. Zirvedeydik. Altımızda diz boyu ıslak ot geceden yağan yağmuru toprağa salmamış üstünde tutuyorken, önümüzde koskoca bir vadi açılıverdi.

Ersizler yokuşu, Baraj alanı, rengârenk dağlar gerçekten bu güzelliği kelimelerle ifade etmek çok zor.

Dağ bayır dolanınca haliyle acıkıyor insan. Manzara güzel ama aç karnına gezilmiyor deyip döndük Küre’ye. Yemek için tercihimiz Bol Kepçe Lokantası oldu.

Ustanın bol kepçesinden yeterince faydalanıp bir güzel karnımızı doyurunca Arkadaşlara gelin size bir çay ikram edeyim annemin evinde dedim.

Tarihi hamamın yanından bir üst sokağa çıktık. Duvarlarında dantelli örtüleriyle kat kat raflarında bulunan irili ufaklı onlarca saksısında birbirinden güzel çiçeklerle bıraktığım Çiçek Annemin evini elimle koymuş gibi buldum.

Ruhşen annem yine çiçekleriyle uğraşıyordu. Ama sonbahar Küre Dağlarına nasıl bir canlılık, güzellik getirdiyse saksı çiçeklerinin canlılığını bir o kadar soldurmuştu. Beni görünce;

—Geç kaldın oğlum, neredesin bakayım bunca zamandır deyip hayırsız oğlunu önce bir güzel payladı, sonra her anne gibi affedip bağrına bastı.

—Soldu çiçeklerim deyince fırsatı kaçırmadım.

—Buradaki en güzel çiçek sensin be çiçek annem dedim.

Elleriyle çay yaptı. Siz acıkmışsınızdır deyip ne varsa çıkardı. Çiçek Annem bizim yolumuz uzun vaktimiz kısa müsaaden var mı dedim.

—Tamam, ama bir şartla baharda çiçeklerimin en güzel olduğu anda geleceksin unutma dedi.

Unutur muyum? Hiç.

Küre’de eski dostlarımdan biri de madenin arkasında barajın yanında ormanın içinden yolun kenarında akan çifte şelale. Buralara kadar gelip de o dostuma da merhaba demeden gitmek olmaz deyip vurduk rampaya.

Şelale müthiş güzel bir o kadar da soğuk. Olsun önemi yok. Daldık suların içine, tripotlarla suyun içinde şelalenin altında buz gibi havada fotoğraf çektik.

Küre’de bu sonbaharda yedi rengin alev alev dağları yaktığını gördüm. Suların bembeyaz köpüklerinin ipekten bir tül gibi indiğini gördüm.

Çiçek Annemin solgun çiçeklerini gördüm.

Küre’nin küçük bir kısmını gördüm, ama bende büyük bir iz bıraktı.








Yüreğime işlediğim fotoğraflara birkaç tane daha eklendi.

23 Kasım 2010 Salı

BİR ÖĞRETMEN ÖYKÜSÜ




“Fikri Uzun’la “Öte Geçe”de zaman yolculuğu”

“Böbüroğlu koltuğuna oturdu, bir eliyle direksiyondan yapıştı, öteki eliyle tuttuğu kontak anahtarını yerine takıp cipi çalıştırdı. Arkasına döndü, çabucak yolculara baktı, bakışlarıyla saydı. Yolcular tamamdı”
Kastamonu Cide- Cide Kastamonu arası posta çekiyor, bulursa yolcu alıyor, yolcusuz da kalmıyordu.
Kastamonu’dan ayrıldı, Gölköy’ü Subaşı’nı geçti, Dadaya yaklaştı.”
1968 yılının karlı bir kışında gencecik bir delikanlının Şenpazar-Yarımca-Samaya öğretmen olarak gidebilmek için çıktığı meşakkatli yolculuğun hikâyesi bu satırlarla başlıyor.
Şimdi yıl 2010 aynı güzergâhtayız. Direksiyonda Böbüroğlu yok ama o günün jeep’in içindeki beş yolcudan biri olan genç idealist öğretmeni, bu günün emekli öğretmeni ve yazarı Fikri Uzun hocam var.
Yollar asfalt, araçlar hızlı ve güçlü iletişim dersen her yerden çeken cep telefonları var.
Daday Ballıdağ’dan yukarı güçlü motorundan çıkan homurtularla tırmanan, sıcak ve konforlu aracımızdayız.
Hocam acı acı gülümsüyor.
—Bir zamanlar bu yolları aşmak o kadar zordu ki. Görmeyen yaşamayan bilmez
Şenpazar-Yarımca Samay’a gitmek için o zamanlar Daday-Ballıdağ Azdavay’dan Cide’ye oradan da Şenpazar’a gidilirdi. Ulaşım aracı olarak da bir tomruk kamyonları birde Böbüroğlu’nun jeepi vardı.
Azdavay’a kısa sürede iniyoruz. Oyalanmayalım yolumuz uzun diyor ve devam ediyoruz. Yolda Suğla Yaylasından Pınarbaşı’na yaptığı karlar altında donma tehlikesi atlattığı yerleri gözleriyle ararken o yolculuğu da anlatıyor.
Suğla yaylasını gözümün önüne getiriyor, pınarbaşıyı düşünüyorum. Bana bile en iyi iklim koşullarında bile zor geliyor. Kaldı ki kurtların cirit attığı kar kalınlığının 1 metreyi aştığı mevsimde imkânsız gibi geliyor.
Pınarbaşı’nda da durmayıp Ulus Bartın yoluna dönüyoruz. Bu yolu da yeni açmışlar benim zamanımda bu yollar da yoktu diyor.
Pınarbaşı-Kayabükü köyü Eyüpoğlu Mahallesine dönünce duruyor. Köyün girişinde yıkık bir okul binası ve derenin yanında dönüp dolaşıyor bir yer arıyor ama bulamıyor. “Gizemli bük” buradaydı. Bu okulu da benden sonra yapmışlar ama o da battal olmuş diyerek kitabında yazdığı gizemli bükü nafile arıyor. Çınarlar kesilmiş yollar açılmış köy değişmiş. Tekrar aracımıza binip köyün meydanına gidiyoruz.
İşte köyün okulu, mescidi aynı zamanda benim evim buraydı diyerek küçücük ahşap bir yapının yanında duruyor.
İnanması o kadar zor ki. Fikri Hoca içeri giriyor. Gözleri dolu dolu ahşap tahtaları okşuyor.
—Burası sınıfımdı. Sivri Mehmet dikkat çekerek beni bu odaya ve köylülere ilk kez takdim etmişti diyerek hatıralarının sisli dünyasına dalıyor.
Köy bayram dolayısı ile cıvıl cıvıl. İstanbul’dan gelenler yukarı ki divana bayramlaşmaya ve Bayramın üçüncü günü gelenekselleşen bayram yemeğini yemeye gidiyorlar. Gençten bir delikanlı bizlere ne aradığımızı soruyor. Hoca hiç istifini bozmadan- Bu köyde öğretmenlik yapan Fikri Hocayı bilen var mı diyor. Gençlerden oluşan topluluk yok deyince soruyu değiştiriyor.
Yaşı 50 civarında olan var mı diye sorulan soruya karşılık bu kez orta yaşlı bir kadın balkona çıkıp hocayı dikkatlice süzüyor ama o da çıkaramıyor. Fikri Hocayı ona da sorunca
—Hani şu bataklığı kurutan öğretmen mi evet bildik diyor.
Hep beraber Defne, Şabanoğlu, Eyüpoğlu mahallelerinin bayramlaşması için yukarı çıkıyoruz. Hocanın etrafı bir anda eski talebeleri tarafından sarılıyor. Mandalarla yaptıkları unutulmaz bataklığı kurutma mücadelesini anlatıyorlar.
Hocayla Azdavay-Çocukören-Orta Mahallesine gidince oraya da su getirdiğini öğreniyorum. Eski talebelerinin okulun bahçesinde yeni yapılan inşaatın üstünde tuğlalardan yapılma sandalyelerde verdikleri yemek ve çay ikramını reddetmiyoruz.
Giderken bir çuval kara kelem dolduruyorlar aracımıza. Hocamız özlemiştir belki diye.
Yine yollara çıkıyoruz. Ne hocada yer bitiyor ne de yol.
Bu seferde Şenpazar-yarımca Samay’a çıkıyoruz. Akşam olmak üzere ışık kaybolmuş. Bu saatten sonra benim için fotoğraf zamanı bitmiştir hocam diyorum. Zararı yok diye eski okulunun yolunu tutuyor. O zamanlarda evinde kaldığı muhtar rahmetli olmuş. Muhtarın oğlu ve aynı zamanda talebesi olan Hüseyin’i buluyor. İstanbul’dan bayram için gelmişler.
Bahçede yakılan ateşin karşısında bir yandan çaylar içilirken bir yandan da eski günler yâd ediliyor.
Fikri Uzun bu gün bile kimsenin gitmeyi göze alamadığı yerlere o günün imkânsızlıkları içinde gidip görev yapan, gittiği yerde de iz bırakan idealist bir eğitimci neslinin son örneklerinden.
O öğreten bir öğretmen olmuş.
Sadece harfleri değil hayatı da öğretmiş.
Uzak dağ köylerinde bu genç öğretmenin bıraktığı izler hala silinmemiş. Bazen köye su getiren, bazen bataklığı kurutan, bazen de hurafeleri yıkan öğretmen olarak hala hatırlanıyor.
Hocam “Öte Geçe”lerde adın hala konuşuluyor, ardında bıraktığın izlerin hala duruyor.
24 Kasım Öğretmenler günün kutlu olsun hocam.

BALLIK KÖYÜNDE YÜZYILLIK GELENEK SÜRÜYOR.








(Kurbanın ikinci günü hem ruha, hem mideye ziyafet vardı.)

Ballık Köyü. Ilgazın eteğinde, yüzyıllık çam ağaçlarının gölgesinde bir köy. Bu köyün yüzlerce yıllık çamlarının her yıl tanık oldukları bir gelenek yine tekrarlandı. Kurban Bayramının ikinci günü Yavuz Ballık kestirmiş olduğu kurbanlarını kuyu kebap yaptırarak tüm köye ve gelen konuklara sundu.
Bende bu güzel geleneği bir kez daha yerinde görmek için çıktım yola. Köy çok kolay bir yerde, Kastamonu-Ankara yolundan ilerliyorsunuz, Beş değirmenlerden sağa dönünce birkaç km sonra köye varıyorsunuz.
Camisi, çocuk parkı, imam eviyle örnek ve çok sosyal bir köy.
Köye varınca ilk iş eski dostum Ahmet Balabanoğlunu arayıp buldum. Ahmet çiçekli önlüğüyle kuyunun başında, koyunları kesmiş, kuyuya sallamış, kapağını çamurla kapatmış, açma zamanının gelmesini bekliyordu.
Hep beraber merakla zamanın dolmasını bekledik.
Ahmet usta tamam deyince kapak yavaşça çamurlardan temizlenip aralandı. Ama tam açılmadı. Bir hava alsın, sonra açarız. Hemen açmak olmaz diye uyardı.
Kuyunun kapağı tam açılınca içinde asılı halde kızarmış 4 koyun onların altında kocaman cabada güveç vardı.
Yavuz Ballık bu geleneğin kendisinden sonra da devam etmesini arzuladığını ancak çok zor olduğunu söylerken hüzünlüydü.
Belki vakıf kurulabilirse o zaman devam etme şansı olabilir dedi.
Kızarmış kuzuları pikaba yükleyip dumanı üstünden tütmeden yemeğin yeneceği Köy Konağı-İmam Evine yetiştirdiler.
Konuklar arasında CHP üst yönetiminin tam kadro yer alması özellikle dikkat çekti. Mehmet Rugancıyla yaptığımız kısa sohbette Kastamonu’nun yerel, kültürel değerlerine sahip çıkılması gerektiğini, bu geleneği yıllardır yaşatan Yavuz Ballık’ın bu anlamda hem yöresine sahip çıkıp çeşitli eserlerle donattığını hem de öğrenci burslarıyla, kitaplığıyla okuyan çocuklara sahip çıktığını bu anlamda da örnek bir kişilik olduğunu belirtti.
Köy Konağının bir köşesinde bağdaş kurmuş oturmuş biri gözüme çarptı. Yuvarlak mavi gözleriyle müthiş sevimli cana yakın ve dostça bakıyordu.
Asıl adı Yunus Parlakoğlu ama herkes Hafız diyor. Hafız de bakalım, kimsin, necisin, neredensin diye sorunca cümbüşü bırakıp yanıma oturdu.
938 Seremeddin doğumluyum, hani şu Terzi Köyünün yanındaki bildin mi diye başladı anlatmaya.
Bilmem mi hafızım sen anlat bakalım bu cümbüşle arkadaşlığın nasıl başladı.
Yılı bilmem kaçtı ama çok eskiydi Kastamonu’dan bir cümbüş aldım. Heves işte.90 lira verdim. Ustam filan yok. Elime aldım çalmaya gayret ediyorum. Bir müddet sonra ayarı da akordu da bozuldu. Gittim Kastamonu’ya rahmetlik Taylorun Hikmetin yanına. Ustam şuna bir ayar çek dedim. Böyle başladı cümbüşümle dostluğum.
Hafızım.40 yıldır içki masalarında sarhoşlara çalgı çaldım. Ama bir tek damla içmedim. Böyle anlattı çalmaya ara verdiği zamanlarda.
Masalarda siyasetçiler ağırlıkta olunca aklına gelmiş olmalı siyasetle ilgili bir anekdotunu paylaştı.
Babası vasiyet etmiş….parti seçimi kazanırsa davul çalacağım diye.Ama seçimlere az bir zaman kala vefat etmiş.Babasının vasiyetini tutmak için gizlice davul ısmarlamış,saklamış evin bir köşesine . Seçimlerin açıklandığı gece hiç uyumamış. Sabaha karşı partisinin seçimi kazandığı belli olunca asmış davulu boynuna varmış babasının mezarı başına.
Baba demiş hani dediydin ya partim seçimi kazanırsa davul çalacağım. İşte seçimi kazandık hayırlı olsun deyip vurmuş davula tokmağı. Gece sabaha karşı mezarlıktan gelen davul sesiyle tüm köy ayağa kalkmış.
İlk ve son davul çalışım odur diyor. Hafız aynı zamanda usta bir tamirci, takım sandığını da şapkasında taşıyor. Cepleri ise her türlü şeyle dolu, biber, tuz, karabiber ne ararsan var
Yavuz Ballık Karayılan ile ilgili bir anıyı dostlarıyla paylaşırken TV’de Karayılanı anma gününün videosu oynuyordu. Çal hafız bir Sepetçioğlu dedi.
Hamdi Binici ve oğlu karşılıklı bir Sepetçioğlu oynadılar.
Kurban Bayramının ikinci gününde, doğayla iç içe Ilgaz’ın eteğinde bir köyde,
Yüz yıldan bu yana süren bir geleneksel yöntemle kuyu kebabını yedim. Dostlar arasında cümbüşle dostların oynadığı sepetçioğlu oyununu izledim.
Bayramın üçüncü günü Pınarbaşı-Şenpazar yolunda olacağım.
Kılavuzum Fikri Uzun hocam.









22 Kasım 2010 Pazartesi

KURBANLIK YAZI…

Arife günü,

Karmaşık trafikte ilerlemeden durmaktayım. İlerleyemiyorum çünkü trafiğin durmasının sebebi İleride iki sürücünün önce araçlarının tamponlarıyla sonrasında kafalarıyla bayramı bir gün önceden kutlamaya çalışmaları.
Onların bayramlaşması bitince trafik az da olsa akıyor ve şehre geliyorum gelmesine de bu sefer de beni durdurmuyorlar. Daha doğrusu duracak park edecek bir yer bulamıyorum. Park yeri için olukbaşına kadar gidip tekrar gelince anlıyorum ki yaktığım benzin, park ücretinden daha fazla, haliyle en yakın otoparka dönüyor ve kendimi şehrin kalabalığına karıştırıyorum.
Ama benim huyumu bilenler tarafından,
—Şehirde boş boş gezip durma bir işe yarasın gezdiğin deyip elime bir çanta dolusu bıçak tutuşturuluyor. Bıçak bileyicisi olarak tanıdığım tek kişi olan, nalbur dostum Ata Köz’ün mahkeme altındaki dükkânına yol alıyorum. Bakıyorum ki sıra çok,
—Ata Ustam ikindi üzeri uğrarım dedikten sonra, elde makine, inadım inat diyerek yine şehri turlamaya çıkıyorum.

Bayram Günü,
Kesim biçim işlerinden hiç anlamam, keser biçer poşetler verirseniz sizinle ortak olurum dediğim birkaç dostla aldığımız büyükbaş bir hayvanımız var. Aldığımız hayvan köyde. Baltacı Kuyucağı köyünde. Biz de bayram namazından sonra düştük Daday yoluna,Germeçtepe Barajının üst başından ilerleyip Baltacı Kuyucağının mahallesine döndük.
Hayvanı kesmek öyle kolay bir iş değil. Teknik, taktik, beceri, güç kuvvet istiyor. Ben bu işin şef olarak yönlendirme ve uzaktan bakıp ahkâm kesme tarafındaydım.
Hayvanı gözü bağlı getirdiler. Etrafına toplanan uzman bilirkişi ayağına yık-matik olarak bilinen fennin son harikası aleti bağladılar. Ama bağlama şekli konusunda bir takım muhalif sesler çıkmıyor da değildi.
Asıldılar ipe hayvan tepetaklak yere yıkıldı ama hemen teslim olacağa benzemiyordu. Bizimkilerle başladı güreşmeye. Bir dana üste çıkarken bir bizimkilerden biri üstte görünüyordu. Sonunda insanoğlu galip çıktı. Kesilen hayvanı caraskal tabir edilen sanayi tipi bir zincirli krikoyla kaldırıp tavana astık.
Yüzme işi kolaydı. Kesme ve parçalama işi uzun sürdü. Etleri ayrı tart, kemikleri ayrı tart. Olmadı ondan al buna ekle derken akşamı ettik.
Buradan bana fotoğraf olarak bir şey çıkmadı diye hayıflanırken ev sahibimizin çocukları çıkageldi. Üç minik şey, üçü de birbirinden sevimli tam bir köy çocuğu. Köy yerinde her türlü hayvanla bir arada barışık yaşayan bu çocuklar kurban olayına alışıklar. Onlar için çok sıradan bir olay.
En küçükleri Sude, arkadaş oluyoruz. Etrafta minik köpekler var. Ancak uzaktalar ve yaklaşmıyorlar. Sude bunlardan birini çağırda gelsinler diyorum. O daha iyisini yapıyor.
Ahıra gidip kucağında kendinden ağır bir yavru köpekle çıkageliyor. Arkasından önce biri sonra tüm yavrular geliyor.
Ben kurbanı arkadaşlara bırakıp, yeni arkadaşımla minik yavruların peşine takılıyorum. Arkamızdan gelen kuyrukları hızlı hızlı sallanan altı minik köpek yavrusuyla birlikte, Sude bana etrafı gezdiriyor,
Bici bici diyor küçük danalara. Büyük köpekleri kovalayıp yavrularla sarılıyorlar birbirlerine.
Kazdan biraz tırsıyorlar.
Tavuklar ve horoz kimseden emir almıyor kimseyi dinlemiyorlar. Kafalarına göre takılıyorlar. Ama yemlerine ortak olan serçelerden hiç mi hiç hoşlanmıyorlar.
Miniklerle birlikte yaptığımız gezi sonunda onlardan epey şey öğrendim.
Bu arada kurban kesilmiş parçalanmıştı. Tartıp koyduk arabaya.
Gün batarken işimiz ancak bitmişti.
Kurban Bayramında benim Kurbanlık yazım böyle.










Yarın Ballık Köyünde yüzlerce yıldır devam eden bir geleneği yerinde görmek için Ballık Köyüne gideceğim.

23 Ekim 2010 Cumartesi

İlkbaharı yaşamayan ilçe: Ağlı

Ağlı Belediyesinin sitesinde ilçenin coğrafi özellikleri tanıtan sayfasında şöyle bir ifade okuyunca gülümsedim.
“Ağlı ve çevresinde bir yılda üç mevsim yaşanır. Genelde kış mevsimi kasım ayında başlar, nisan ayı sonuna kadar devam eder. Kar erken yağar, geç kalkar. Yörede ilkbahar mevsimi hiç yaşanmaz.”
Üç mevsimli ilçemizdeyim. Belediye Başkanı Muharrem Dinç’in odasında Ağlı’yı konuşuyoruz.
Muharrem Dinç eski bir gazeteci, üç yıl Ağlı adına bir gazete çıkarmış. Kas-Der Dergisi genel yayın yönetmenliği yapmış. Kas-Dost isimli Kastamonu adına bir dergi çıkartmış. Çeşitli yerel dergi ve gazetelerde köşe yazarlığı yapan başkan, Mavi Karadeniz Televizyonunda her cuma akşamı yayınlanan Kastamonumuzun kültürünü, tarihini, folklorunu, derneklerini tanıtan Kastamonu Yıldızı programının yapımcılığını ve sunuculuğunu yapmış.
Başkan dertli mi dertli.
Bir harita çıkarıp gösteriyor:
“Nüfusumuz belli... 3 bin 300 kişiye hizmet veriyoruz. Ancak bunun 2 bin 100’ü ilçe merkezi dışındaki yerleşim yerlerinde yaşıyor. Küçücük bir ilçe olarak görülüyoruz. Fakat çok dağınık bir yerleşim alanına sahibiz. Halen 120 kilometre yol ağımız, 10 mahallemiz bulunmaktadır. Bağlı ünitelerle birlikte 54 yerleşim yerimiz var.
Bakın mahallelerimizin yerleşim haritasını görüyorsunuz 15-20 km ilerideki yerleşim yerleri bile bize bağlı mahalle. Tüm bu yerleşkelerin altyapı ve tüm belediyecilik hizmetleri bizden beklenmektedir. Biz küçük ve imkânları kısıtlı bir belediyeyiz.”
Başkan anlatıyor ben dinliyorum.
“Gel” diyor “Seninle bir mahallemize gidip olayı yerinde anlatayım.”
Aşağı iniyoruz makam aracı olarak kullanılan eski sayılabilecek bir otonun başına geliyoruz. Makam şoförü ve belediyedeki herkesin birkaç işi birden yapmak zorunda olduğunu belirtip,
“Bugün buranın pazarı, şoför başka bir iş için görevlendirdim” diyor ve direksiyona kendisi geçiyor.
“Bunu ve bir pikabı İstanbul Belediyesi’nden hibe olarak aldık. İstanbul ilçe belediyeleri ile iyi bir ilişkimiz var. Hurda durumda olan cenaze aracımızı Sultangazi Belediyesi revizyondan geçirdi. Araçlarımızın tamir bakım konusunda ilçe belediyeleri bize destek oluyor.”
Soyadı gibi dinç bir şekilde araca binip yola koyulduk. Selamlı yoluna dönünce, Başkan eski bir mermer ocağının kalıntılarını işaret etti.
“Buradaki şirket ocaktan çıkan mermerin kalitesini yeterli bulmayıp terk etti. Ancak geride bıraktıklarını görüyorsunuz” diyerek araziye bırakılan parçaları ve açık ocağı gösterdi.
İleride bir başka mermer ocağı daha açılmış. Birincisinin aksine dünyanın en kaliteli mermerlerinden biri çıkıyormuş. Üstelik işletmecileri arasında Çinliler de varmış.
Selamlı’nın bir mahallesine geliyoruz. Kayalık bir bölgenin altında kurulan bir yerleşim ünitesi. Üstte bir kaya var ki yuvarlak şekilli üflesen düşüverecekmiş gibi görünüyor. Başkan diyor ki, “Bu kayanın düşüp bu mahalleye zarar vermemesi için yapacağımız tek şey dua etmek. Gereken tüm yazışmaları müracaatları yaptım, şimdiye kadar bir sonuç alamadım.”
İlgimi çekiyor, Başkanla birlikte kayanın tepesine çıkıyoruz. Altta büyük çatlaklar, kırıklar oluşmuş. Kayanın son durumunu bilmem ama manzara nefis. Çıkıp üstüne etrafı şöyle bir seyrediyorum.
Başkan uyarıyor:
“İn oradan aşağı, ne olur ne olmaz!”
Ağlı üç mevsimi, dünyanın en kaliteli mermeri, kalesi, panayırı, kızak yarışıyla aslında turizmden epey bir pay almaya aday ilçemiz.
Tek eksiğimiz öncelikle tanıtım, sonrasında tesis.
Haydi, hep beraber bir el atalım.

21 Ekim 2010 Perşembe

NASRULLAHTA İSİMSİZ BİR İHTİYAR

Sonbaharın bu güzel günlerinde şehirde kalmanın burukluğu içinde Nasrullah Meydanı’na doğru yürüyorum. Kuyruğa girip Tekeli’den sıcak bir simit aldım. Meydanda sırtımı kaleye verir, bir demli çayla bu güneşli sonbaharda simidimi yerim diye düşündüm. Simit elimde şadırvanın yanından geçip giderken güvercinler tepemde şöyle bir dolandılar. Benden yem çıkmayacağını anlayınca hemen elinde yemle onlara koşan çocuğun etrafında kümeleştiler.
Simitle birlikte çay ocağına doğru giderken bankta oturan biri dikkatimi çekti. İhtiyar bir amca tek başına oturmuş bir yandan gelen geçene bakıyor, bir yandan da sigara tüttürüyordu.
Ama öyle dertli içiyordu ki, dayanamadım. Müsaade isteyip oturdum yanına. Uzattım simidimi,
- Bölüşelim mi baba, dedim.
- Yok, evlat dedi.
- Karnın açsa gidelim şuradan bir çorbacıya, deyince güldü.
- Nerelisin bakayım sen deyince aramızda sıcak bir bir muhabbet, samimi bir diyalog oluştu.
Ben O’na beni anlattım. O bana kendini. Kulağı ağır işitiyordu o yüzden tüm Nasrullah’la paylaşıyorduk dertlerimizi.
“İçmesen şu sigarayı bak öksürüyorsun” dedim duymazlıktan geldi. Ben de fazla üstelemedim.
Ağzında sigara elinde baston uzaklara bakıp bakıp dalan ihtiyara sordum,
- Baba ismin nedir?
Duymamış gibi davrandı.
Daha doğrusu hiç oralı olmadı. Sigarasından derin bir nefes alarak anlatmaya başladı:
- Anamdan doğalı 88 yıl oldu evlat, Karaçomaklıyım. Bizim oraları duydun mu, bilir misin?
- Bilmem mi az balık tutmadım barajında dedim.
- Yok, bu orası değil biraz daha yukarıda bir köydür. Karaçomak deresi bizim köyden doğar o yüzden baraja ismini verdiler.
Geçmişten, bu günden kaybettiklerinden bahsederek çok şeyler anlattı kısa zamanda. O anlattıkça ben şunu anladım ki,
Mutluluk, akşamları kapıyı açtığında sıcak bir yuva bulmakmış. Zenginlik ise evde bir ses, bir nefes olmasıymış.
Uzun bir hayatın en büyük riski ise sevdiklerinin bir bir göçmesine tanık olmak, acılarını yaşamakmış.
İhtiyarlıkta en büyük dert ise ne hastalık, ne parasızlık sadece ve sadece yalnızlıkmış.

Usulca kulağına fısıldadım.
- Gel gidelim seni yatıralım yaşlılar evine, diye.
- Olmaz gitmem, dedi.
Bu günlerde Nasrullah Meydanı’nda bankta oturup güvercinleri seyredenler arasında dertli dertli sigara içen bir ihtiyar görürseniz, bilin ki o benim “İsimsiz İhtiyar”ımdır.
Benimle simidimi değil ama kendi yalnızlığını paylaştı.
Özdemir Asaf ne demişti:

“Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.”

Bir bankta paylaşılan, bir simit yeme süresi kadar zamanda yalnız değildik.
İkimiz de.




10 Ekim 2010 Pazar

“İHTİYARLIK, YALNIZLIK BİR DE BEN, BİR DE KARASEVDA”



İhtiyarlık, yalnızlık, bir de ben,

Bir de karasevda dördümüz konuşmadan yan yana yürüyoruz.

Her birimiz tek başına yürüyor ama yan yanayız,



Yaya dönüyoruz

Dördümüz

İhtiyarlık

Yalnızlık

Bir de ben,

Bir de karasevda.

N.HİKMET…

Karaçomak kenarındayım. Yürüyorum çınarların gölgeliğinde. Hava akşam, hava soğumuş, herkes hızlı hızlı gidiyor, acele ediyorlar, varmak için evlerine.

Bir ben aheste aheste gidiyorum.

Acelem de, beni bekleyen de yok.

Yoldaşım çınarlarların konuşup dertleştiğim yaprakları bir bir uçmaya başlamışlar bile. En ufak rüzgârda kendilerini, bazen yerde, bazen de derede buluyorlar

Arada bir yağmur atıştırıyor.

Yanımda kimse yok.

Yalnızım.

Aklıma bu şiir geliyor. Nazım Usta doğru söylemiş. Yalnızım dediğim anda hemen yanı başımda birilerini duyuyor, görüyorum. Yanımda yürüyenler de kim.

İhtiyarlığım mı?

Yalnızlığım mı?

Karasevdam mı?

Yoksa hepsi birden mi takılmış peşime.

Konuşmadan yürüyoruz. Ne ben onlardan ayrılabiliyorum ne onlar beni terk ediyor.

Eve yaklaşıyoruz.

Camlarda hiç ışık yok.

Yine de her zamanki gibi zili çalıyorum.

Anahtarla kapı açmak zoruma gidiyor.

Kedilerden başka ev arkadaşım kalmamış.

Bir de kapıda hemen arkamda bekleyenler var.

Kapıyı açık tutuyorum gelsinler diye.

İhtiyarlığım, yalnızlığım bir de karasevdam, bir de ben eve girip oturuyoruz.

Konuşmuyoruz hiç,

Odada sadece bir kedi mırlaması,

Bir televizyon sesi var.

Mutfak sessiz, odalar ışıksız,

Ve biz dördümüz ihtiyarlığım, yalnızlığım bir de karasevdam, bir de ben sessizce oturuyoruz.

Sessizce oturuyoruz.

Bir kedi mırlaması

Bir televizyon sesi var.

,…

18 Temmuz 2010 Pazar

HAVAALANINDA BİR MİSAFİR

Kastamonu Havalanında İl Özel İdaresi ekipleri haftasonu dahil büyük bir gayretle çalışırlarken bu gün bir sürprizle karşılaştılar.
Genellikle modifiye edilmiş araçlar ve hıza meraklı gençler tarafından kullanılan pistte bu sefer bir uçak vardı.
küçük olsa da ne de olsa bir uçaktı.
Pazar günü pikniğe gelen vatandaşların yoğun ilgisiyle karşılaşan uçağın,kayak milli takımında olan ve ılgazda kamp yapan milli sporcuyu getirdiği söylendi.
Havaalanımız şimdilik sadece küçük uçaklara açık.
yakında büyük uçakları da bu pistte görebileceğiz.
hem de çok yakında.

11 Temmuz 2010 Pazar

15.CİDE RIFAT ILGAZ SARI YAZMA KÜLTÜR VE SANAT FESTİVALİ



























































(Ne iyi etmiş de, anam beni bu cana yakın memlekette doğurmuş!)

...

Al paçalıklı sırtı küfeli,

Başı çifte çifte sarı yazmalı

Siler gibi alın terini çevrene

Bu kara yazıyı alnından silip

Kendi öz yazını, kendin yazmalı!

Şair Rıfat Ilgaz'ın kasabasında, Cide’deyiz.

15. Cide Rıfat Ilgaz Sarı Yazma Kültür ve Sanat Festivali açılışı yapılıyor. K.Ü.Rektörü, Kaymakam, Belediye Başkanı ve Cide Halkı meydanındayız.

Konuşmaların ardından Sarı Yazma oyunu oynayan kızların gösterileri ortamı hareketlendiriyor.

Kalabalık dağılınca Cide sokaklarını arşınlamaya başlıyorum.

Bu kentin her köşesine büyük ustanın ismi kazınmış. Mührü vurulmuş. Cide ve Rıfat ILGAZ birbirini tamamlayan iki hecelik bir şiir olmuş.

Şimdi bu şiiri, bu şiirden kasabayı geziyorum.

Şiirin dizeleri bazen sokağa taşan bir meyve ağacı, bazen bir merdiven başı, bazen bir martının çığlığı oluyor. Hani Ustanın şiirinde anlattığı martı var ya belki o martıdır diye gagasına bakıyorum taşıdığı bir tohum var mı diye.

"Martıların düşürdüğü tohumdan,

Filizlendiğine inandığım kasabamız.

Yosun kokardı evleri,

Çarşıları midye kokardı.

Sahilde beni bir sürpriz bekliyor. Deniz son yağmurlardan olacak, kahverengi ve çamurlu bir görüntüsü var. Dalgalar desen adam boyu. Zaten sahilde ki birkaç meraklıdan başka da kimse denizle ilgilenmiyor. Bu durum niye böyle dediğimizde cevabı yine büyük ustanın kitabında buluyorum.

“Cideli hiçbir zaman bu Karadeniz'e ısınmamıştır. Bütün kötülükler hep denizden gelmiştir ona. Bu yüzden deniz kıyısına Cideli, köy bile kurmak istememiştir. Cide köyleri hep içerlek, hep yamaçlarda... Yalnız görünümüyle yetinmiş denizin, nimetlerinden kaçmakta yarar görmüş.. (*) Sarı Yazma/ Rıfat Ilgaz,/Çınar Yayınları, 11. Basım Şubat 2005/400 s.." (s.15)”

Akşam olmuş, etkinlikler sürüyor ama biz dönmek zorundayız.

Dağlı geçidini tırmanıyoruz.

Virajlı yollarda bir ara altta Cide’nin ışıkları görünüyor şöyle belli belirsiz
Ustanın son şiiri dudaklarıma kadar gelse de susuyorum.


Son Şiirim

Elim birine değsin

Isıtayım üşüdüyse

Boşa gitmesin son sıcaklığım.