29 Şubat 2024 Perşembe

 


MEMLEKETİMDEN İNSAN ÖYKÜLERİ

En uzun geceyi hastalara sor…

Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir

Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat

(En uzun geceyi gökyüzüyle, yıldızlarla uğraşan (müneccimler/ilim insanları) ne bilsin. Sen aşk derdine müptela olmuş kavuşamayan aşığa/hastalara sor ki, geceler kim bilir kaç saat...)


Bir kış klasiği yaşıyorum. Hastayım.

Beni bilen bilir. Ben her sonbahar Ilgaz’a âşık olur her kış başı da mutlaka hastalanırım.

Gündüz pek bir şey olmasa da geceleri hakikaten o kuru öksürük nöbeti yaşam kalitemi çok etkiliyor. Hasta olunca da artan huysuzluğumu bilen eşim; daha ben bir şey demeden yerini devlet sırrı gibi gizlediği bence kozmik odaya sakladığıkestane balını ortaya çıkarıyor. (Bu sene kestane balı öyle kıymetli ki şırıngayla damardan alacağız neredeyse.)

Bizim evde gribal hasta menüsü tam bir klasiktir, hiç değişmez.

İlk iş günde yemeklerden önce aç karnına bir çay kaşığı kestane balı, her öğün başı acılı yaş tarhana, köy horozu suyuna yapılmış çorba, Tosya sarı kılçık pilavı,üstüne kanlıca turşusu, en sonda da Azdavay’dan gelen ıhlamur çayı ve Netflix dizi/film keyfi. 

Bu birkaç gün/ öğün devam edince de sağlıklı gıdaya alışkın olmayan bünyem, anında ayağa kalkıp iyileşiyor. Üstelik benim hasta olduğuma da ben hariç çok fazla inanançıkmıyor.

 –çokkk hastayım deyince de bana teşhisi koyup tedaviyi söylüyorlar.

-Amaannnortalığın hastalığı, kır dizini birkaç gün evde kal, azıcık dinlen, iyileşirsin.

İyi de benim için en iyi dinlenme elde makine fotoğraf çekmek demek. Ruhumun ilacı ise belli Ilgaz dağı ve dağ bayır gezelemek.

Kar topluyor bulutlar, ısıtmıyor kış güneşi…

Evde yatmaktan iyice kilo alıp, azıcık da gözüm açılır gibi olunca, ilk fırsatta kendimi attım sokaklara.

İlk iş şehri şöyle bir gezmek istedim.

Dilimde Cahit Sıtkı’nın şiiriyle atladım Ilgaz’a düştüm yola,

Haydi, Abbas,(Ilgaz)  vakit tamam;

Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.

Şehir kalabalık, havasoğuk, mevsim kış ve aylardan aralığın sonu olmasına rağmen gökyüzünde güneş pırıl pırılparlıyor. Bu mevsimde böyle havalar olunca ihtiyarlar, eskiler, uslular bu duruma kar topluyor hava derlerdi.Bence de yakındır şehre kar güzelliğinin gelmesi.

Cumhuriyet meydanında kış güneşinin keyfini çıkaran, emekli dayılarla, okul saatini bekleyen öğrencilerle selamlaşıp Nasrullah köprüsüne çıkıyorum. Buradan ne zaman geçsem alışkanlığımdır, sadaka taşlarını yoklarım, bir selam, bir gülümseme, bir merhaba bırakan var mı diye.

Karşımda Nasrullah Camisi, şadırvanı tepemde güvercinler etrafımda kalabalıklar. Öğle vakti yakın, ezan ha okundu ha okunacak. Bu dar vakitte abdest için acele ediyor birkaç kişi. Çok geçmeden tüm meydana, şehre huzur veren bir ses yayılıyor.

Müezzin minarenin yanından çok güzel bir sesle ezan okumaya başlıyor.

Abdest alanlar ezan sesini duyunca daha da hızlanıyor. Ceketler çividen alınıp kasketler ters çevriliyor, caminin kapısından hızlıca içeri giriyorlar.

Meydanda,

Bir tatlıcı rızkını çıkarmaya çalışıyor. Bir güvercin yem kapmak için çocuğun elinden gözünü ayırmıyor.
Birçok kişi birbirinden habersiz gelip geçiyor,
helvacı gelene ikram için yeni bir paket açarken, çaycının sesi duyuluyor

3 çay biri açık…

Kastamonu’da Balık Ekmek…

O kalabalıklar arasından geçerken gözüme bir yazı takılıyor, Balık ekmek yapan bu yeri daha önce fark etmemiştim.

İlginç geliyor.

Dükkân küçücük bir yer, iki masa ancak sığar, birkaç tabure de dışarıda var.

Adı Kudret, Samsun Alaçamlıymış.

Yolu bir şekilde bizim memlekete düşmüş.

Hamsileri tavada kızartırken, hikâyem uzun dedi. Kısaca anlat dedim.

-Bura ucuz geldi, bir de kader diyelim yeter dedi.

Kudret ustayla balık ekmek yedik, üstüne biraz sohbet etme imkânı bulduk.

-Ben balığın içine doğmuşum, Kastamonu benim için en güzel yer diyor. Daha çok şey anlatıyor hoşsohbet biri sözü dinlenir, balığı yenir.

-Haydi, bakalım bana müsaade ustam, hava güzel, zaman dar, şehir beni ben şehri özlemişim. Kavuşma vaktidir diyerek karışıyorum kalabalıklara.

Bakırcılar çarşısında bir eski dost/Doğal ürünler cenneti Kastamonu.

Ben her şehrin bir ruhunun,bir kimliğinin olduğuna inananlardanım. O yüzden ne zaman yolum düşse o kimliği halen yaşatan yerlere uğrarım. Bazen bir eski mahalle, bazen kadim zamanlardan bu yana değişmemiş bir el sanatı, bir zanaatkâr ya da doğadan toplanan ürünlerin olduğu bir yer olur.

Severim böyle yerleri.

Dolaşırım gönlümce, çekerim doyasıya.

Bakırcılar çarşına çıkmadan yolumun üstündeki ayakkabıcı dükkânları da bunlardan biri. Rengârenk lastiklere, cizlavutlarabakmaya, çekmeye doyamıyorum. Ben foto çekerken yanımdaki Namaz meslerine bakan amcamtuşlu telefonuyla evini arıyor,

-Hele bak bana senin ayağın kaç numaraydı, mes alacağım?

Karşı tarafı duymuyoruz ama dayım anlaşıldığı kadarıyla emin olmuyor ama çözümü yine kendi buluyor,

- Kapı önündeki lastiğin altına bak ne yazıyor söyle.

Ayakkabıcıların yanında önü kalabalık nalburlar var, ötede ise sobacılar, kovaları dizmişler yola.

Bakırcılar çarşısında artık bakırcı kalmasa da eski dostlarım hala var.

Göcen köylü Uğur Madenoğlu kardeşim de onlardan biri. Yeni açtığı iş yerinin önünden geçerken beni görünce dışarı çıkıyor.

-Gel şefim bir çayımı iç, yorulmuşsundur azıcık dinlen.

Bir dost sesinin içten davetini reddetmek olmaz.

Selam verip oturuyor, hal hatır soruyoruz karşılıklı. Benhastayım zaten uğurum diye dert yanmaya başlıyorum.

İyi olacak hastanın ayağına doktor gelir derler ya bizimki, o hesap.

Tam yerine geldin şefim ne ararsan bizde var, sana bir reçete yazayım madem hastasın,

-İç şunu iki güne ayağa kalkarsın diyerek bana gürgen pekmezini uzatıyor. Eğer dersen ki “-iki gün çok uzun, ben hemen ayağa kalkayım” o zaman kara kovan ballı köy ekmeğinin üstüne ılgaz’ın eteklerinde beslenmiş ineklerin sütünden yapılan tereyağını sürüyorsun, Kızılcık tarhanası, dörkeni ibisi, Taşköprü sarımsağı, acı elma/alıç sirkesi, pastırma, kestane balı da vereyim.

Daha sayacaktı - Dur uğurum dur azıcık dedim,

-Aman istemem sen bana bir çay söyle yeter, buranın fotoğrafik görüntüsü bana ilaç gibi geldi,bak hele hele nedir bu sepetler kim yapıyor bunları?

-Dedem yapıyor el sanatıdır.

-Peki ya şu yün çorapları?

-Onları da nenem örüyor.

Kiren, ahlât, kuşburnu, alıç pekmezi, siyez ürünleri, bal, çalı süpürgesi, her boy sepet, pastırma, sucuk, hamur tahtası benim görebildiklerim. Dahası da epeyce var.

Burasısatılan ürünleri, yiyeceği, içeceği, kültürüyle tam bir Kastamonu kırsal panoraması,

Dili de öyle,

Kapıdan geçen biri içeri doğru bağırıyor,

-Uğur abeysinin bir araba var mı sırtımdaki pata çuvalı belimi kırdı, şuraya kadar götüreyim getiririm.

-Valla yok abeyim…

Uğurla uzun uzun konuşuyoruz.

Çaylar gidip gelirken köyden kırdan tanışlarla karşılaşıyoruz. Alış veriş edenlerle hasbihal ediyoruz. Kelimelerle fotoğraf çekiyorum. Öyle güzel, öyle saf, öyle doğal ki, zamanın nasıl geçtiğini bile anlamıyorum.

Gülüşün eklenir kimliğime…

Çarşı Pazar gezmekten yorgun düşmüşüm.

Ayaklarım bedenimi taşımakta zorlanınca anlıyorum ki artık eve gitme zamanı.Geldiğim gibi yine Nasrullah Meydanından, şadırvanına, oradan köprüye doğru aheste aheste yürüyorum.

Gölgemin iyice uzayıp kalabalıklara karıştığını görünce dönüp arkama bakıyorum.

İnci tepesi üzerinden gün batmak üzere,

Bir gün daha biterken, bir sayı daha eklerken yaşadığımız günlere bir şairin Ahmet Telli’nin dizeleriyle güne, kış güneşine veda ediyorum.

“Gün biter, gülüşün kalır bende”

Bir de gülüşün eklenir kimliğime.

Güneş batıyor, günbitiyor ve ben “sığındığım her yer adınla anılır” dediğim ve yüreğimin sol alt köşesi, memleketim Kastamonu yazan o görünmez kimliğime bir de gülüş ekliyorum.

13 Aralık 2023- Kastamonu
Cebrail Keleş/ Balıkçı Şef

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder