30 Mayıs 2013 Perşembe

İSTANBUL NOTLARI 5

İSTANBUL BOGAZI’NDA “ÖKÜZ GEÇİDİ’NDE” 10 TL’LİK TUR KEYFİ




Farfara ile birlikte Galata köprüsünden aşağı salındık fotoğraf çeke çeke iniyoruz.

Balık ekmek teknelerine doğru gidesim, şöyle yarım ekmek balık ekmeği götüresim var, var ama bir kez rejimdeyim dedim ya,

Bir söz ettim artık dönemem gayrı deyip sadece yutkunmakla yetiniyorum.

Sahilden geçerken birileri bağırıyor

-Hemen kalkıyor kısa Boğaz turu 10 TL.

Önce birbirimize, sonra saate bakıyoruz uyar deyip atlıyoruz gemiye.

Deniz havasına alışkın olmayan bünyeyi deniz çarpmış olmalı ki ancak gemiye binince ayılıyorum ve etrafı incelemeye başlıyorum.

Hiç gözüm tutmuyor bu Nuh’un gemisiyle aynı yaştaki tekneyi.

Farfara’ya soruyorum.

-Yüzme biliyor musun? Yani en azından beni kurtaracak kadar, ya da yardım gelinceye kadar su üstünde tutabilir misin?

Farfara beni şöyle bir baştan aşağı süzüyor ve sendeki bu doğal can simidi (Göbeğimi kasdedip) seni epey bir su üstünde tutar. Bana gerek yok diyor.

Teknemiz oturacak yer olarak ortalama 30-50 kişilik ama her boşluk alana bir plastik tabure yerleştirilmiş. Kapasite olmuş 100-150 kişi.

Teknenin çevresinde dolanmak gezinmek mümkün değil.

İnsanlar ağır ağır dolmaya başladı. Biz alt güvertenin dışına konulmuş taburelerdeyiz. Tepemizde bir kat daha var.

O katta oturan insanlar ellerine ne geçerse sallıyorlar denize, sigara izmariti, çekirdek kabuğu aklınıza ne gelirse deniz olmuş tam bir çöplük.

Farfara onları görünce tam bir çevreci panter kesiliyor. “Farfara için ormanda on panter gücünde olduğu söylenir”

Kim bir çöp atarsa aşağıdan narayı patlatıyor.

Yukarıya, aşağıya, yanındaki yöresindeki herkese veriyor ayarı.

Çok sürmez şimdi bizi denize atarlar desem de Farfara’nın kararlılığı karşısında herkes tırsıyor. Geri çekiliyor.

Yanıma bir turist bayan oturuyor. Elinde cıkkadak (küçücük) bir kompakt makine sürekli fotoğraf çekiyor işin ilginci yanı başında iki koca makineleriyle profesyonel fotocular dururken diğer taraftaki hayatında ilk kez bir digital fotoğraf makinesi gören yaşlı vatandaşa makinesini veriyor ve de çek diye karşısında poz veriyor.

Benim gibi atletik! karizmatik! Fotocu dururken o dayımı bana tercih etmesinin tek mantıklı nedeni olabilir o da Farfara’dan tırsması.

Zaten bir müddet sonra da yanımızdan kalkıp gidiyor.

Tekneye binerken duyduğumuz “hemen kalkıyor” anonsunun üzerinden yaklaşık yarım saat geçiyor ve nihayet teknemiz ağır ağır arkamızda beyaz köpükler bırakarak hareket etmeye boğaza açılmaya başlıyoruz.

İşte şimdi İstanbul Boğazı üstündeyim.

Bosporus’da.

Bir arkadaşım,

-İstanbul Boğazının adı nerden geliyor biliyor musun demişti,

Doğrusu hiç bilmiyordum, onun sorusu sayesinde Vikipedi’den öğrendim.

“Boğaz'ın en eski yerleşimcilerinden olan Bizanslılar, buraya Bosporos (Yunanca: Βόσπορος) adını veriyordu.

Bu sözcük inek ya da öküz anlamına gelen βοῦς (bous) ve yol, geçit anlamlarına gelen πόρος (poros) adlarının birleştirilmesiyle türetilmişti. Öküz ya da inek geçidi anlamına gelen Bosporos adını taşıyan boğaza bu adın verilmesi Yunan mitolojisinde baştanrı Zeus'un, İo adında bir kıza âşık olması olayına dayanır.

Hikâyeye göre İo nehirler tanrısı İnahos'un kızıdır. Tanrıların kralı olan Zeus bu güzel kızı görünce ona âşık olur ve eşi Hera'dan gizlice onunla birlikte olmaya başlar. Bir gün Hera'ya yakalanmak üzereyken kendini bir buluta, İo'yu ise bir ineğe çevirir. Aldanmayan Hera, ineği hediye olarak eşinden ister.

Onu Zeus'tan uzak tutmak adına Argos Panoptis adlı canavarın gözetimine bırakır. Ancak Zeus, Hermes'i yollayıp Argos'u öldürtür. Bunun üzerine Hera, ineğe dönüşmüş İo'yu sürekli rahatsız etmesi için ona bir sinek musallat eder. Sinekten kurtulmak için var gücüyle koşan İo boğaza geldiğinde kendini boğazın sularına bırakır ve bu engeli yüzerek geçer.

Kıyıya çıktığı yerde Keroessa adında bir kız çocuğu doğurur ve bu kız büyüdüğünde denizler tanrısı Poseidon ile evlenerek Byzas adında bir oğlan dünyaya getirir. Bu çocuk doğduğu yerde kendi adını verdiği Byzantion kentini kurar



Boğaz'ın antik dönemde kullanılan adlarından olan Bosporus'un kökenine ilişkin ortaya atılan bir başka görüş de sözcüğün Fosforos (Yunanca: Φωσφόρος - fosforlu, ışık saçan)'dan geldiği yönündedir

İstanbul Boğazı batı dillerinde hâlâ bu ad ya da bu adın değişik biçimleriyle bilinmektedir. Eski Türk kaynaklarında ise İstanbul Boğazı'nın Halîc-i bahr-i rûm (Marmara Denizi Boğazı),Halîc-i bahr-i siyâh (Karadeniz Boğazı), Halîc-i konstantiniyye (Konstantiniye Boğazı), Merecü'l bahreyn / Mecma'ül bahreyn (İki denizin birleştiği yer) ve İslâmbol Boğazı gibi adlarla anıldığı görülmektedir.



Bizim Boğaziçi ya da Öküz Yolu’nun bir tarafından kıyılaya kıyılaya gidiyoruz.

İstanbul’da ağaç yok yeşil yok diyorlar ama bir an kendimi Kastamonu’da zannettim. Her taraf orman ağaç yeşillik, hatta aralardan gördüğüm kadarıyla bizim İnebolu’daki aşı boyalı ahşap evlere benzeyen konaklar bile var.

Nuh’un teknesiyle yaşıt ve teknoloji olarak fazladan sadece bir motoru olan gemimiz kıyıya demirlemiş bir çift beyaz kocaman bir turist gemisinin yanından geçti.

Artık bizimki gemiyse o başka bir şey eğer ona gemi diyeceksek bizimkine sandal bile demek abes kaçar.

Ben diyeyim 10, siz deyin 15 adet yan yana dizilmiş 20 kat yüksekliğinde apartman sitesi büyüklüğünde bir heyula.

Ya da gecekondu iken şimdi kentsel dönüşüme uğramış gökdelenlerle dolu TOKİ Mahallesi mübarek

Bir başından diğer başına bizim tekne yarım saatte ancak geçebildi.

Onun bir filikası bizim tekneyi içine kolaylıkla alırda birde yanında bizim teknedeki 100 kişiye yer kalır.

Yani Titanic bunun yanında ancak orta boy bir Karadeniz takası kalır. Üstelik bu onun gibi küçücük bir buz dağı kafa attı diye de batmaz.

Teknenin yanında geçip gitme süresi olan yarım saat boyunca ağzım bir karış açık kaldığından boğazın serin yeli, denizin tuzuyla birleşip geldi benim ciğere yapıştı. Ağız burun kurudu. Rüzgâr desen zaten fırtına şeklinde esiyor. Bizim tekne fındıkkabuğu gibi sallanıyor ayakta bile duramıyorum.



Farfara imdadıma bir kez daha yetişti.

Elinde iki bardak çayla yanıma gelince sevinçten tuzlu gözyaşları döktüm!

Çayımı yudumlarken bir köprünün altından geçtik geçerken de şöyle bir tarttım, enine boyuna baktım, bu bana zulümlerden zulüm beğendiren köprü mü acaba dedim.

Evet, yanılmamışım ta kendisi.

Hiç sevmedim bu köprüyü.

Köprüden geçti balıkçı şef, türküsü söyleye söyleye çaylarımızı yudumlayarak keyif içinde kıyıdan ilerliyoruz.

Kimse bir şey demiyor. Sağınızdaki bina şudur tarihi budur diye anons bekliyorum bir türlü gelmiyor.

İstanbul’un en güzel evleri buralarda olmalı. Benim sadece bir kez ve 10 TL vererek ancak birkaç dakikalığına görebildiğim bu evlerde bir ömür geçirenler var. Sabah kahvaltısını bu manzaraya karşı yapıyorlar uyurken bu manzarayı seyrederek rüyalara dalıyorlar.

Öyle evler var ki herhalde bu evlerde yaşayanların babaları, dedeleri ya sadrazamdı ya paşaydı diye düşünüyorum

Ben o evlere bakarken Farfara bana, ben şu yalıdan denize girerdim bizim akrabalardı diye bir ev saray yalı karışımı bir yer gösterdi.

Boğaz kıyılarda olan yolculuğumuz ikinci köprünün ayağına kadar devam etti. Oradan bizim kaptan ustaca bir manevrayla karşı tarafa geçmeyi başardı. Alkışlayasım geldi.

Bu sefer karşıdan gidiyoruz burada da manzara aynı.

Güzel evler muhteşem eski eserler.

Deniz ve manzara sarhoşu olarak tekneyle birlikte yalpalamaya başladım. Şimdi gözüme daha bir güzel görünmeye başladı.

Sonunda kıyı göründü.

Kıyıya yanaşmak için manevralara başladı.

Demin alkışlamak istediğim kaptanın sanırım gözlerinde bir problem var. Bir türlü kıyıya yanaşamıyor. Hani azıcık yüzme bilsem hemen atlayacağım suya, çıkacağım kıyıya, kaptana yön göstereceğim.

Sağ yap, sol yap, düz gel, hooop usta arka serbest diyeceğim ama işin içinde su faktörü var.

Bizim Kaptan dokuzuncu manevrada nihayet yan yapıldak bile olsa kıyıya yanaşabildi. Kaptan bayan olsa diyeceğim ki park etmede çok iyi değiller genleri böyle ama bayağı pala bıyıklı bir ağabey.

Buna da şükür deyip kalabalık arasından kendime bir yol bulup çıktım kıyıya.

Toprağı öpecek oldum her taraf beton olduğundan vazgeçtim.

Tekne o kadar ruhuma işlemiş ki yolda giderken ben hala bir o yana bir buna sallanarak yürüyordum.

Yeni cami önünden bir otobüse bindik.



Önümüzde uzun bir halk otobüs yolculuğu ve akşamdan sonrada emektarla gidilecek 550 km’lık Kastamonu yolu vardı.







29 Mayıs 2013 Çarşamba

İSTANBUL NOTLARI 4

İŞTE ARADIĞIM İSTANBUL




Ertesi gün

Otelde kahvaltı zamanı iki domates birkaç zeytin ve yumurtadan oluşan menüyü görünce Kastamonu’daki İzbeli Çiftliğindeki Hacı Sabiha Annemin 16 çeşit marmelat ve reçelden oluşan üstüne üstlük ballı, kaymaklı, sütlü, kestaneli, köy ekmekli, kül çörekli kahvaltısını aklıma getirdim.

Burnum sızladı.

Ahh be memleket dedim.

Farfara dedi ki nereye gitmek istersin.

Tabii ki İstanbul’un sembol yerlerine, İstanbul deyince herkesin aklına ilk gelen yerlere gitmek isterim yani Eminönü’ne dedim.

Tamam, izle beni dedi.

Yola çıktık metrobüs ya da metroya binmek isterdim ama halk otobüsü varmış o da olur dedik.

Bakırköy’den bindi bir otobüse git Allah git Kastamonu Daday arası kadar bir yol gittik herhalde yine de gide gide yol bitmedi. Ama artık araç kullanan ben olmadığım için sıkıntım yok ben manzaranın keyfini çıkarıyorum.

Beyazıt Durağında indik.

Farfara, İstanbul’a kadar gelip Kapalı çarşıyı görmeden gidilir mi deyip beni bir kapıdan içeri soktu.

Aman Allahım. Upuzun bir tünel üstelik sağa sola giden bir sürü kolu var. Dükkânlar desen insanın gözünü kamaştırıyor bereket versin ki gelirken onca zaman güneşin parlaklığına direk bakmış biri olarak fazla etkilenmedim ama

Tavana boydan boya Galatasaray bayrağı asılmış görünce kavga gürültü çıkmadan bunu nasıl astıklarını düşününce etkilenmedim desem yalan olur.

Çarşıdan çıktık ve ara sokaklardan geçerek Eminönü’ne iniyoruz. Tarihi camilerin bahçelerinden geçerken öbek öbek turist kafileleri dikkatimi çekti. Ne kadar çoklar.

En sonunda Eminönü ve yeni camiye çıkan tünelin başına geldik.

Çek benim fotomu dedim Farfara’ya.

Balıkçı Şef buradaydı diyebileyim eşe dosta akrabalara diye klasik pozumu verdim.

Yeni caminin obez güvercinlerine yem beğendiremedik ki uçsunlar da fotolarını çekelim. Bir tabak yeme dönüp bakan bile olmadı. Niye baksınlar ki yerde en azından bir çuval buğday vardı.

Meydanda bir yerlerde bir yorgunluk kahvesi içtik.

Aslında kahveden pek hoşlanmam ama bir fincan kahvenin 40 yıllık hatırı olduğunu düşününce kabul ettim.

Farfaraya dedim ki -Ben tramvay fotosu çekmek istiyorum.

O zaman Beyoğlu’na çıkacağız hadi bakalım tabana kuvvet dedi. Meydanı geçtik, Ben nereyi çekeceğimi şaşırdım.

Galata kulesi karşıda ileride boğaz köprüsü, Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camisi hepsi buradaydı.

On dakikalık yolu bir saatte gidemiyorduk.

Farfara beni ikaz etmese köprüde akşamı ederdim herhalde.

Balık tutanlara imrenerek tutanlara da kıskanarak biraz bakıp iç geçirdikten sonra yola devam ettik ve bir tünelin ağzına geldik.

Yokuş yukarı çıkmak için buna bineceğiz dedi.

Tünel diyorlar bir karanlık delikten gidip gelen küçük bir tren var. Dünyanın ikinci metrosuymuş.

Bindiğimizle indiğimiz bir oldu.

Koca bir caddeye çıktık. İki yanı lüks mağazalar lokantalar ve bürolarla kaplanmış tarihi binalarla süslü O meşhur filmlerde gördüğümüz Beyoğlu burasıymış demek ki.

Daha önce gördüm ama bu kadar yakın ve fotoğraflayarak ilk kez geçiyordum.

İleride bir kalabalık dikkatimi çekti bir öbek insan elinde bayraklarla bir şeyler söylüyor etrafında polisler onları bekliyordu.

Eylem yapan Çeçenlermiş.

Aralarından geçip gittik.

Gezerken dikkat etmemişim ama vakit epey geçmiş acıkmışım.

Farfara ne yiyelim diye sordu,

Etli ekmek ya da kanlıca mantarlı ekmek var mı dedim yok dedi, Banduma sordum buralarda bulunmaz dedi, Kara çorba ya da Ecevit çorbası içsek diyecek oldum o da nedir dedi.

Bunları burada bulamam, gel en iyisi balık pazarında bir midye tava yiyelim dedi.

Yanında taratorla birlikte çöplere dizilmiş midye geldi geldiği gibi de midye, mideye gitti.

Sonrasında tekrardan Beyoğlu’na çıktık.

Tramvayda biz gibi bir o yana bir bu yana gidip geliyor.

Ben de kırmızı görmüş boğa gibi kırmızı tramvayı her gördüğümde fotoğraflıyorum. Vatman bile şüphelenmiştir bu adam niye beni her gördüğümde çekiyor diye.

Güzel tarihi bir bina gördüm nedir burası dedim arkadaşım kilisedir dedi.

Madem onlar bizim camilere giriyor ben de bir kiliseye gireyim dedim daldım içeri.

Kocaman bir bina bizim camilere pek benzemiyor Hıristiyanlığın sembolleri duvarlarda asılı, salonda sıralar var. Bir kaç kişi dua ediyor.

Dışarı çıkıyoruz.

Galata Kulesinin dibindeyiz.

Çıkalım tepesine fotoğraflayalım diyorum ama ne mümkün kuyruğun ucu bir başta diğer ucu ise nerede gözükmüyor.

Kuleden çekeceğimiz panoramik İstanbul fotoğraflarından vazgeçip tekrar galata köprüsüne doğru iniyoruz.

Gel seni komando merdivenlerinden indireyim diyor farfara.

Eyvah diyorum şimdi dikenli tel örgülerle kaplı ve basamakların yüksekliği en az birer metre olan merdivenlerden atlayıp sürüneceğim zorlu bir parkura gidiyoruz.

Midye tavayla dolu göbeğime bakıp hem gitti karizma diye kara kara düşünüyor hem de kara kaderime isyanım var diye Halil Sezai şarkısı mırıldanıyorum.

Farfara İşte komando merdivenlerine geldik dedi.

Bu da nedir yahu bildiğimiz sıradan bir merdiven. Yine de acaba diyorum yanılıyor muyum şöyle bir göz ucuyla baştan aşağı süzüyorum yoo herhangi bir olağanüstülük yok.

Meğer benim Komando diye anladığım merdiven Kamondo Merdivenleriymiş.

“İstanbul'un Galata semtindeki Voyvoda Caddesi'yle ile Banker Sokağı'nı birleştiren art nouveau üslûplu merdivenlerdir.

1850'li yıllarda yapılan merdivenler bölgenin en önemli banker ailelerinden biri olan Kamondo Ailesinden Abraham Salomon Kamondo adına yaptırılmıştır. O zamanlar Banker Sokağı da Rue Camondo (Kamondo Sokağı) olarak bilinmekteydi.”

Aşağı indik

Galata Köprüsünden tekrar geçtik ve tekrar büyük bir kıskançlıkla köprüde balık yakalayanlara baktım. Her ne kadar Rastgele desem de hiç içimden gelerek söylemedim. Benim de burada balık tutmam lazım





İSTANBUL NOTLARI 3

OBELİKS ve FARFARA İSTANBUL’DA




--Aloooooooo


-Farfara sen misin?

-Bakırköy’deyim gel beni kurtar.

Yardım istediğim kişi yabancı değil yakın bir dostum ve arkadaşım. Adı Emine Nurhan Tekin, kendisi Kimya mühendisi, fotoğraf sitelerinden tanıştığım ve yazıştığım bir sanal dost. Harika bir Kuş ve Doğa Fotoğrafçısı.

Asteriks adlı bir çizgi roman ise ortak ilgi alanımız. Ben O’nu çizgi dizideki Farfara’ya o da beni Obeliks’e benzetmiş öylelikle de kaldı. Bazen onunla konuşurken gerçek adını unutuyorum.

Bakırköy’ü buldum ama bu koca şehrin neresindeyim bilmiyorum. Karşıma gelen tabelaları okudum ve ben buradayım dedim. Sağa dön, sola dön, topla, düz gel, şurayı bul önünden ayrılma beni bekle dedi.

Tarif üzerine biraz zor da olsa buldum dediği yeri.

Hanım ve ben sanal olarak tanıdığımız ama gerçek hayatta hiç karşılaşmadığımız farfara’yı dediği yerde bekliyoruz. Biraz gecikince panik oldum. Telefon ettim.

Yakama kırmızı gül takayım mı beni nasıl tanıyacaksın dedim gerek yok dedi benim kuşlu elbisem ve ayakkabımdan zaten siz tanırsınız dedi.

Farfara geldi,

Kuşlu botları, güler yüzüyle pozitif elektriği ile adeta yeniden şarj olduk, o sinir ve moral bozukluğu bir anda geçti.

Beni denize götür dedim.

Gittik sahile.

Saat 11’e geliyor her taraf kapalı ama çay bahçesinin ışıkları sönse de masaları duruyor biz de oturduk bir masaya, birileri geldi kapalı mı dedik yoo açığız dedi.

Işıklar niye kapalı belediye belli bir saatten sonra müsaade etmiyor dedi.

Korsan çay bahçesi işletmecisinden korsan çay içtik.

Emektarında benimde dinlenmesi gerekiyordu

Apart otel bulduk her güzelin bir kusuru olur bunun da otoparkı yok.Yakındaki bir otoparka geceliği 15 TL’den emektarı bıraktık.

Kafamı yastığa koydum yorgunluktan sızmadan önce gözümün önüne iki sarı şey geldi.

Güneş hala batmamış anlaşılan dedim.



İSTANBUL NOTLARI 2


BALIKÇI ŞEF BALIKÇI ŞEF OLALI BÖYLE ZULÜM GÖRMEMİŞTİR...
...
Bir levha görünce anladım ki İstanbul’a gelmişiz
Zaten İstanbul nerede başlıyor nerede bitiyor bir türlü anlamadım bile.
Adapazarı’ndan sonra kesintisiz olarak fabrikalar evlerle dolu birçok yerleşim yerinden geçtim. En sonunda bir yerde otobandan çıktım, çıkarken bir baktım benim sıfır km HGS sorunsuz çalışıyor. Aşağı inip bir kez daha parlatıp temizledim köprüde sorun çıkarmasın diye.
İstanbul’a geldim gelmesine ama daha gideceğim dünya kadar yer var ve ben yolu bilmiyorum.
Üstelik güneşin benimle bir sorunu var ki beni bir türlü gözünün önünden ayırmıyor.

Bu nasıl iş arkadaş saat kaç oldu ve hala güneş batmak bilmiyor.
Buralarda sanırım gün 48 saat ve vakit hiç geçmiyor olduğu yerde sabit bir şekilde bekliyor.
Hele o güneş yok mu, gözümün tam hizasına fener gibi öyle bir asıldı ki, gece gözüne projektör tutulmuş tavşandan beter hale geldim.

Baktım ki olacak gibi değil yapacak bir şeyim de yok saldım gitti, vazgeçtim kendimi kasmaktan.
Artık direk güneşin içine bakıyorum.
Nerde güneş patlaması var nerde lekeler oluşuyor canlı canlı izliyorum
Bu sadece paralı kablolu yayınlarda olan “SOLARYUM” belgeselini izlemenin bir bedeli olacak tabi.
Benim ödediğim bedeli sorarsanız insanlık tarihi için bir hiç, ancak benim kişisel tarihimde önemli bir sorun oluşturan bir kayıt olarak çok derin izler bıraktı.

Maruz kaldığım yüksek ultraviole ışınlar yüzünden beynimin ozon tabakası delindi. Artık baktığım her yerde yumurta sarısı görmeye başladım.

Reflekslerimle yol alıyoruz yoksa bir şey gördüğümden değil. Yine de aradan dereden fark edebildiğim kadarıyla asma bir köprüden geçmişiz. Nasıl bir şey diye merak eden olursa bizim Azdavay’daki Âşıklar Köprüsünün az biraz büyüğü diyeyim siz anlayın.

Geçtik diyorum ya bakmayın öyle dediğime yürüsem, yürürken de durup iki kare gün batımı, birkaç uzun pozlama çekip bir mangal yapsam, pişirdiğim tavuk kanatlarıyla gün batımına karşı iki tek atsam yine de daha hızlı geçerdim.

Tam 3 saat boyunca 1.vites gitmek, bu sıcakta gözbebeklerime asılmış güneşle birlikte klimasız bir araçla yolculuk yapmanın sonucu bende fiziki ve psikolojik travmaya neden oldu diye düşünüyorum.

Benim teşhisim şöyle; beyin loplarım arasındaki bağ kesilmiş, el, kol, ayak, göz koordinasyonu diye bir şey kalmamış. Göz desen zaten Adapazarı’ndan sonra tamamen devre dışı, tansiyon küçük büyük dememiş fırlamış gitmiş. Vücut sol tarafta da bir ayak var duyusunu reddediyor.

Sade ben değil benim yaşlı yorgun emektarında benden farkı yok. O da çoktan kayışı koparmış, ne fren ne debriyaj kalmış, şanzımanı sıyırmış carıl carıl ötüyor. Radyatör su kaynatmış düdüklü tencere gibi ses çıkarmakta.

Bu arada hiç mi iyi bir şey olmadı

Olmaz olur mu, entel bir maganda olduğum için bir yandan sinkaflı sözlerle trafik ve trafikteki değerli vatandaşlarımızla diyalog kurmaya çalışıyor bir yandan da edebi şeyler aklıma geliyor.

Debriyaja basmaktan artık yerinde olup olmadığını bilmediğim sol ayağımı düşündüm ve “Benim Sol Bacağım” diye bir film senaryosu yazmaya karar verdim.

Başrol için düşündüğüm kişi ise Tom Cruise

Arkadaş ben ki Kastamonu dağlarında bile kendim kendime kalabalık gelen bir adamım. Bunca insan bina araç kalabalığı karşısında ürktüm. Korktum. Birazcık bir kenara çekip dinleneyim diyorum onu bile yapamıyorum çünkü yoldan çıkamıyorum.



Bakırköy’ü arıyorum.

Aslında tam merkezindeyim ama sahil yolundan bir türlü
sahile ulaşamıyorum.

Yorgunum, açım, uykusuzum.

Güneş saat 9 civarında nihayet kayboldu ama benim gözbebeklerimdeki güneş ancak gece yarısı yatağa yatıp gözümü kapatınca battı.

Artık gidecek takatim kalmadı çözüm arıyorum.

Ahh ahh nerden geldim ben buraya deyip kafayı direksiyona vurunca beyindeki sarsıntıdan kablolardan biri diğerine değmiş olmalı ki birden bir kıvılcım çaktı.

Bakırköy’de bir arkadaşım vardı benim.

Saate bakmadan telefona sarıldım.

Çalıyor







İSTANBUL NOTLARI 1

BİR GARİP KASTAMONU’LU İSTANBUL’A GİDERSE;

GÖR BAŞINA NELER GELİR!


“Yollarda”



Neşeliyim, nasıl olmayım ki,

En sevdiğim işi yapıyorum.

Yani yollardayım

Ve İstanbul’a gidiyorum.



Üstelik emektar Broadwayımın deposunu uzun zamandır ilk kez tam olarak doldurmuşum, benim emektarda hala kasetçalar olduğundan çakmak yerine takmışım Çin malı mp3’ü ve açmışım müziği, Türkiye’nin en büyük ve en güzel şehri sayılan İstanbul’a doğru yola çıkmışım.
(Gerçi benim güzel şehir sıralamam farklı.1 numaramda hangi şehir var söylemeye gerek var mı bilmem.)
Yol güzel, hava güzel, hatta tepede bir güneş parlıyor ki o kadar olur yakmıyor deliyor adeta.

Önce Araç ve Karabük sonra da Gerede’yi geçiyorum. Bu kadar yol iki yaşlı ve yorgun gezgini de yoruyor. Hem benim mide hem de benim emektarın deposu boşalıyor.
Bolu’nun en lüks lokantalarından birinin önünde duruyoruz. (Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diye düşünenlere dip not, Bolulu bir işadamı arkadaşımız bizleri yemeğe davet ediyor.)
Ama bu işte bir tuhaflık var kendisi hiçbir şey yemiyor.
Çünkü niyetliymiş. Sıkı sıkı uyguladığım katı rejim kurallarını deliyor, kendimi feda edip BOLÇİ denilen özel bolu yemeğini tek başıma götürüyorum. Böylelikle benim mide oluyor full+full
Yemek sonrasında ise Bolu meydanda kısa bir tur atıyor ve tekrardan yola koyuluyoruz.
Bolu’dan aklımda kalanları düşünüyorum da en önemlisi, BOLÇİ tava, sonra, ana caddesinde büyük bir çalışma olduğu ve koca meydanı araç trafiğine kapattıkları geliyor. Yapılanlardan anlaşıldığı kadarı ile bittiği zaman çok güzel bir gezi alanı olacak.
Ne diyeyim darısı Kastamonu’muzun başına.
Bir de otopark ücretleri oldukça yüksek. 1 saat 15 dakika yol üstünde kalan emektara 4,5 TL park ücreti aldılar.
Demek ki birkaç günlüğüne bizim emektarı burada bıraksam dönüşte vereceğim park parasıyla benimkinden daha yeni bir araç alırım.
Bolu’dan ayrılıp tekrar İstanbul Otoyoluna çıkıyoruz. Otobana çıkmadan önce gişelerin önünde durup, itinayla ön camın küçük bir yerini kolumla siliyor, temizliyor hohlayıp parlatıyorum.
Çünkü benimle yaşıt emektara aldığım HGS’yi oraya yapıştırmıştım. Gözüm gibi bakmamın sebebi ise aracımın en teknolojik ve üst düzey tek elektronik ekipmanı olması.
Ufak ve sarı renkli bir ışık ve ısı kaynağı dışında yolculuk gayet iyi gidiyor. Kastamonu doğuda. İstanbul ise batıda, yani ben yanlış bir zamanlamayla öğleden sonrasında yola çıkmışım.
Güneş tam gözüme gözüme gelmiyor içine giriyor sanki.
Benim ise pazardan alınma 5 TL’lik çakma Ray-banım yanımda yok. Ön cam siperliğini indireyim diyorum ancak elimde kalır diye korktuğumdan dokunmaktan vazgeçiyorum..
Klima niyetine camı açmak istiyorum ama rüzgârın arabayı devirecek kadar sert estiğini görünce ondan da vazgeçiyorum.
Eski arabayla yola çıkmanın bir iyiliği varsa hiçbir yerde radara yakalanmadım. Daha doğrusu yakalanacak kadar hız yapamadım.
Saatler geçip akşama doğru İstanbul’a yaklaştıkça güneş daha bir rahatsız etmeye trafik daha da bir yoğunlaşmaya, benimde başıma ağrılar girmeye başladı.

Ama çekeceğim çile daha gerideymiş bilemedim.




Bolu Hükümet Konağı

Köroğlu Heykeli
Bolu Ulu Cami
Bolu  Güneşi lunapark

27 Mayıs 2013 Pazartesi

HAYATA SON BAKIŞ...

HAYATA SON BAKIŞ


"Ölmek için doğmuştur ya insan; O yüzden her yağmur sonrası toprak kokusunu sever". Lev Tolstoy.

Pınarbaşı yolundayım.

Eski arabamızla yemyeşil bir vadinin içinde siyah asfalt yol üzerinde kıvrılarak ilerliyoruz.

Havada yağmur, dağların tepesinde sis var.

Ormanların üstünden akıp vadiyi dolduran bulutlar toprağı, ağaçları yıkayıp temizliyor.

Açık camdan “Yağmur sonrası toprak kokusu” geliyor.

Pınarbaşı yolunda aheste aheste ilerleyip orman güllerini, ayı zambağı da denilen şakayıkları fotoğraflamak için duruyorum.

Orman gülleri ayı şakayıkları yamaçta gözüküyor ama çıkmak biraz zor. Çıkış için yol boyunca uygun bir geçit arıyorum.

O sırada yol üstünde bir yumak tüy dikkatimi çekiyor.

Bir kuş asfaltın ortasında yatıyor, rüzgâr ve yağmur altında o tüylerden biri arada bir uçuşuyor.

Sanırım bir baykuş.

Kıyamıyorum asfaltın üstünde yatmasına.

Alıp yolun kenarına koymak istiyorum.

Gözleri kapalı hiç hareket yok ama vücudu hala sıcak.

Yolun kıyısında bir kayanın üstüne bırakırken bir rüzgâr esiyor birkaç damla yağmur dökülüyor.

Yağmur kokusunu, yağmur sonrası o toprak kokusunu alıyor belki de,

Sadece bir anlığına o gözler aralanıyor,

Son bir kez bakıyor hayata.

Ve kapanıyor sonsuza kadar.





2 Mayıs 2013 Perşembe

TARİH KOKAN KONAKTA, YAŞAYAN TARİH ANLATIYOR




“400 yıllık bir konak turizme açılacağı günü bekliyor”

Daday ilçemizin hemen kıyısındaki Uzbanlar köyünde 1641 yılında yapılan ve Kastamonu’nun en eski konağı olduğu söylenen çiftlik evindeyim.

Girişte eski bir çeşme bahçede bir hamam ve karşımda eski bir konak var.

Bu günlerde evin hanımları kırsal turizm konusunda eğitim alıyorlar. Amaçları ise burayı yöresel yemek ve kahvaltı verilecek bir turizm merkezi haline getirmek.

Konağın tadilatı ve restorasyonu kısmen yapılmış. Hemen hemen her şey hazır gibi,

Konağı işletecek olan Nahide Hanım çok yakında -Ya Allah bismillah deyip başlayacağız diyor.

Bence de Kastamonu’nun bu en eski konaklarından birinde bu doğa güzellikleri içinde kahvaltı ve yemek çok güzel olur, hem yöre, hem mekân kırsal turizm için biçilmiş kaftandır.

Konağın en yaşlısı ve ailenin reisinin yanına varıp oturuyorum.

Anlatır mısınız hem kendinizi hem bu konağın hikâyesini deyince,

Fazıl Bey başlıyor söze,

-1930 yılında bu konakta doğdum. Hayatımın büyük kısmı burada geçti. İlk mektebi Daday’da okuduktan sonra Kastamonu’da Taş mektepten mezun oldum. Sonrasında tekrar buraya geldim Askerlik dışında da gurbetliğim olmadı.



“Peygamber soyundan gelen aile”

Bizim ailemizin kökleri çok eskiye dayanır. Dışarıda bir çeşme var çeşmenin kitabesini okuttuk,

"SAHİB-UL HAYRAT, ESSEYYİD MURAT ÇAVUŞ ZADE ABDULLAH EFENDİ. SENE 1284. yazıyor Tercümesi ise,

“HAYIR SAHİBİ SEYYİD MURAT ÇAVUŞ OĞLU ABDULLAH EFENDİ."

Yani ailede Seyyid’lik var.

-Yani peygamber soyuna dayanıyor öylemi diye Fazıl Bey’e soruyorum.

- Evet, ailemizin kökleri Arabistan yarımadasında bulunan Kureyş Kabilesi'nden geliyormuş ve zamanında buraya yerleştirilmiş. Osmanlı İmparatorluğu zamanında ise bu konakta yaşayanlardan vergi dahi alınmazmış diye anlatıyor.

Her köşesinde ayrı bir tarih olan konağın içinde Fazıl Beyle birlikte geziyorum. Fazıl bey bana burada Daday ve Kastamonu’nun en itibarlı kişilerinin ağırlandığını hatta Kastamonu Hükümet konağının açılışını yapan Vali Enis Paşa'nın da konakta 8 gün istirahat edip bahçeye çadır kurduğunu ve o günden sonra bu düzlüğe "Enis Paşa Düzlüğü" adının verildiğini anlatıyor.



“Baş oda da kim vurdu ya giden eşkıya.”

Konağın başodasına yani en süslü odasına giriyoruz.

İnanılmaz güzel bir ortam.

Bir ocak gözüküyor, tavanlar süslü, pencerelerde ağaçtan yapılan geçme korkuluklar var. Bir ayı postu ayaklarımızın altında serili, yan tarafta deve derisi kaplı çeyiz sandığı dikkati çekiyor.

Ve en önemlisi duvarların beyaz badanayla sıvalı kesimleri yazıyla dolu.

İzbeli Çiftliğindeki gibi her gelen buraya bir not yazmış.

Ama bu notlar eski yazı. Yazılar çok güzel el yazısı, bu yazıları bozulmadan muhafaza etmek lazım.

Fazıl bey diyor ki, burası asıl olarak misafirhane amacıyla yapılmıştı. Kimler geldi kimler geçti. Bu oda üst düzey konukların ağırlandığı odaydı. Hizmetkârlar ayakta beklerdi. Ocak çok daha büyüktü o zamanlar bu ocakta kuzu bile çevirirlermiş.

Bu odada bir eşkıya bile vurulmuş.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Efendi bu konağın reisi iken bir eşkıya gelir ve der ki,

-Beni Tosyalı Eşkıya Selim’e ulaştırın.

O zamanların en namlı eşkıyasıdır Tosyalı Selim.

Konağın efendisi Mustafa Bey bu bizim işimiz değil Tevfik beye söyleyelim diyerek Daday’a gider ve orada jandarmaya haber verir.

Jandarma ve Mustafa Bey ileri gelenler hep birlikte toplanıp gelirler.

Kapıyı açıp basarlar kurşunu.

Sağır Mustafa der ki ben vurdum, Zühtü bey de derki yoo asıl ben vurdum.

Kısaca kim vurdu ya gider bizim eşkıya.

Sonrasında bu dağlardan çokça silah atarlar eşkıyanın arkadaşları.



“Dadaylı Miralay Halit Bey’in kabul olunan yağmur duası”

Daday’lı olup Miralay Halit beyi anmadan dönmek olmaz.

“Halit Akmansü, (1884 – 10 Şubat 1953) Türk asker ve siyaset adamı. Dadaylı Halit Bey olarak tanınmıştır.

Sivas Kongresi'ni engellemek isteyen Elazığ Valisi Ali Galib'i durdurması onun Milli Mücadele’ye önemli katkılarından birisidir. Kurtuluş Savaşı sırasında Kurmay Albay rütbesiyle önemli askeri harekâtlar yönetti. Dumlupınar Meydan Muharebesi'nden sonra Yunan başkomutanı Trikopis' i esir aldı.

II. TBMM'de Kastamonu milletvekili olarak görev yapmıştır.”

Fazıl Bey Miralay Halit bey’i tanıdın mı gördün mü hiç diyorum.

-Evet, benim çocukluğumda nenem ile onun kız kardeşi çok sık görüşürlerdi. Köpekçioğlu konağının karşısındaki küçük evde otururlardı. Halit Bey’in bakışları çok tesirliydi. Dini bilgisi çoktu.1937-38 yılında muazzam bir kuraklık kıtlık oldu.

Daday’ın girişindeki bulunan türbe tepesinde toplanıldı tüm çocuklar gelsin denildi.

O zaman Halit Bey orada Türkçe bir dua etti.

-Yağmur yağmaz diye bir şey yok sadece istemesini bileceğiz. Dua edeceğiz bu okuyacağımız duada,

Allah’ım bize yağmur ver, biz aç kaldık susuz kaldık bize yardım et yazıyor. Biz şimdi bunu Türkçe söyleyeceğiz.

Bütün hocalar oradaydı Sorkundan uzun hoca, Daday müftüsü Mehmet Efendi, horos hoca, Güranno, Tırmık hocalar filan hep oradaydılar.

En sonunda havada tek bulut yokken gün sonunda yağmur yağmaya başladı. Pilavlar kazanlardan taştı millet coştu.



“Kastamonu’nun en yaşlı ıhlamuru ve ev boyunda seksen yıllık fındık ağacı”

Fazıl beyle konuşurken sadece konağın değil bahçesindeki her şeyin de tarihi olduğunu öğreniyoruz.

Samanlığın bir köşesine atılmış bir yaylı at arabası hurda halde duruyor.

Eskinin makam arabası gibi bir şeymiş.

Sonra konağın duvarının dibinde bir ağaç var kaya fındığı boyu evi aşmış kendisi de oldukça kalın.

Fazıl bey, bu fındık ağacını hatırlıyorum. Ben çocuktum. Fındık ağacı bu kalınlıkta idi. Sonra ocak ya da fırın yapılacak diye babam kesti. Bu gördüğün ağaç o kesilen gövdenin kenarından dibinden sürdü büyüdü gitti.

Kısaca bu fındık ağacı benimle yaşıttır.

Ama bu ıhlamuru hatırlamıyorum babamın, dedemin döneminde de varmış. Kaç yaşındadır bilmem. Ben kendimi bildim bileli bu kalınlıktadır. Ama birkaç kez yıldırım indi. Diyor.



“Daday kırsal turizmi yeni bir mekân kazanacak”

Fazıl beyle vedalaşıp giderken ardımızda ormanların tarlaların içinde bir konak silueti kalıyor.

İçi balık dolu küçük bir göleti, tabanı şimdilerde çiğdemlerle kaplanmış bir çam ormanı, kubbeli hamamı, ahşap samanlıkları kerpiç evleriyle bir konak.

Hem de 400 yıllık bir konak.

Bu eşsiz doğanın koynundaki 400 yıllık tarihi konak Kastamonu turizmine katılacak. Daday ve Kastamonu’nun turizmi için önemli bir cazibe merkezi olacağına inanıyorum.

Bu cazibeyi sağlayacak neyi var diyenlere çok ilginç tarihini bir kenara bırakırsak,

80 yıllık fındık, 300 yıllık ıhlamur ağacı, 400 yıllık konağı var derim

Daha ne olsun.