24 Kasım 2010 Çarşamba

KÜRE’ DE SONBAHAR VE ÇİÇEK ANNEM

Küre bu sene sonbaharın tüm güzelliklerini yansıtan bölgelerimizin başında dediler. Dağları ayrı güzel köyleri ayrı güzel dediler. Bunu duyarda durur muyum, vurdum sırtıma makinemi giydim ayağıma botlarımı Bu güzellikleri yerinde görmek için bir sonbahar sabahı erkenden düştük Küre yollarına.


Güzel bir sonbahar güneşinin ilk ışıkları Kastamonu’yu ısıtmaya henüz başlamamışken şehrin sisli yollarını geride bıraktık.

Ecevit hanını biraz geçince, yolun sol tarafında benim özellikle sonbaharda mutlaka uğradığım eski bir dostum var. Önünden gelip geçen çok olsa da kimsenin görmediği bir saklı cennet, bir Yalnızlıklar gölü, pek kimsenin bilmediği küçücük bir gölcük.

Sonbaharın sarı kırmızı kahverengi renklerini nakış gibi işlediği yapraklarla dolmuştu gölün yüzü. Sazlıklar kurumuştu. Durdum eski dostumun önünde. Dedim bu ne hal, sararmış solmuşsun.

—Senin de geçen yıllar saçlarına sakalına, bıyığına epeyce beyaz birer çentik atmış dedi.

—Hoşça kal dedim.

—Bir daha ki sonbaharda görüşürüz…

—Kısmet dedi.

Yalnızlar gölü ile iki yalnız sohbet ettik. Sadece ikimizin duyduğu bildiği bir dil ile.

Sonrasında devam ettik yola. Küre sol yanımızda yamaçta sonbahar güneşinin altında pırıl pırıl parlıyordu.

Küre yol ayrımından İkizciler-Sarpun yolundan Karadona yaylasına döndük. İki yanı çamla çevrili, asfalt yerine yaprak serilmiş yoldan ilerlerken arada bir ağaçların açıklığından Küre bir görünüp bir kayboluyordu.

Girdik bir ara yolun arasına. Zirvedeydik. Altımızda diz boyu ıslak ot geceden yağan yağmuru toprağa salmamış üstünde tutuyorken, önümüzde koskoca bir vadi açılıverdi.

Ersizler yokuşu, Baraj alanı, rengârenk dağlar gerçekten bu güzelliği kelimelerle ifade etmek çok zor.

Dağ bayır dolanınca haliyle acıkıyor insan. Manzara güzel ama aç karnına gezilmiyor deyip döndük Küre’ye. Yemek için tercihimiz Bol Kepçe Lokantası oldu.

Ustanın bol kepçesinden yeterince faydalanıp bir güzel karnımızı doyurunca Arkadaşlara gelin size bir çay ikram edeyim annemin evinde dedim.

Tarihi hamamın yanından bir üst sokağa çıktık. Duvarlarında dantelli örtüleriyle kat kat raflarında bulunan irili ufaklı onlarca saksısında birbirinden güzel çiçeklerle bıraktığım Çiçek Annemin evini elimle koymuş gibi buldum.

Ruhşen annem yine çiçekleriyle uğraşıyordu. Ama sonbahar Küre Dağlarına nasıl bir canlılık, güzellik getirdiyse saksı çiçeklerinin canlılığını bir o kadar soldurmuştu. Beni görünce;

—Geç kaldın oğlum, neredesin bakayım bunca zamandır deyip hayırsız oğlunu önce bir güzel payladı, sonra her anne gibi affedip bağrına bastı.

—Soldu çiçeklerim deyince fırsatı kaçırmadım.

—Buradaki en güzel çiçek sensin be çiçek annem dedim.

Elleriyle çay yaptı. Siz acıkmışsınızdır deyip ne varsa çıkardı. Çiçek Annem bizim yolumuz uzun vaktimiz kısa müsaaden var mı dedim.

—Tamam, ama bir şartla baharda çiçeklerimin en güzel olduğu anda geleceksin unutma dedi.

Unutur muyum? Hiç.

Küre’de eski dostlarımdan biri de madenin arkasında barajın yanında ormanın içinden yolun kenarında akan çifte şelale. Buralara kadar gelip de o dostuma da merhaba demeden gitmek olmaz deyip vurduk rampaya.

Şelale müthiş güzel bir o kadar da soğuk. Olsun önemi yok. Daldık suların içine, tripotlarla suyun içinde şelalenin altında buz gibi havada fotoğraf çektik.

Küre’de bu sonbaharda yedi rengin alev alev dağları yaktığını gördüm. Suların bembeyaz köpüklerinin ipekten bir tül gibi indiğini gördüm.

Çiçek Annemin solgun çiçeklerini gördüm.

Küre’nin küçük bir kısmını gördüm, ama bende büyük bir iz bıraktı.








Yüreğime işlediğim fotoğraflara birkaç tane daha eklendi.

1 yorum: