25 Şubat 2010 Perşembe

DURAĞANDA BALIK KEYFİ.










































































































Bu bir kaçamak öyküsüdür.
Saat gece yarısını geçeli epey olmuşken, in cin çokta uykuya dalmıştı. Sadece bir ben bir de balkondaki kedilerim uyanıktık
Cep telefonum çalmadı titreştiğinde anladım ki vakit tamamdı.
Sırtımda bir çuval iki elim dolu olmak üzere epey yükle ayaklarımın ucuna basarak yavaşça kapıyı açtım.
Oh dedim, kimseyi uyandırmadan dışarı çıkmayı başardım…
Dediğim anda balkondaki nankör! Kedilerim başladılar yaygaraya.
Işıklar yanmadan hızla evden uzaklaşmam gerektiğini düşünüp hızlı hızlı indim aşağıdaki yola doğru.
Sitenin girişindeki kulübenin önünden geçip gideyim derken, bekçi beni görünce dışarı çıktı.
—Ooo şefim iyi geceler daha doğrusu iyi sabahlar, bu sefer yolculuk nereye.
Ben cevap vermeye çalışırken kapının önünde park halindeki siyah kocaman bir araçtan inen üç kişi göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede elimdeki eşyaları alıp bagaja yerleştirdiler.
İriyarı olanı şoför mahalline binerken yan kapıyı açtı
—Hadi şef geç kaldık. Dedi.
Araç şehir dışına doğru hızla yol alırken, içindekiler bir müddet sessizce, konuşmadan beklediler. Kastamonu artık arkada kalmıştı. Şoför mahallindeki kişi dikiz aynasından arkaya bir bakış fırlatıp yana döndü ve
—Hadi hayırlı yolculuklar arkadaşlar yolumuz uzun, umarım her şey istediğimiz gibi olur. Bol bol balık tutarız hepimize şimdiden rastgele.

Evet, hafta sonu kaçamağım bir balık tutma-tutamama üzerine yapılmış bir yolculuktu.
Gece 3 civarında kimseyi rahatsız etmemek için sessizce çıktığım evimden balık tutmak için gittiğim mesafe tam tamına 200 gidiş 200 geliş olmak üzere 400km’cikti.
Taşköprü ve Hanönü’yü geçtikten sonra Boyabat’ta mola verdik. Her zaman gittiğimiz çorbacının ışıkları yansa da kapısı kilitliydi. Cepten bile aradık cevap veren olmadı. Mecburen karşıdaki çorbacıya gittik. İlk aksilik başlamıştı. Su ve ekmek ikmalimizi yapıp yola devam ettik.
Sabaha karşı Vezirköprü yakınlarında Altınkaya barajı kıyısında Sülün çiftliği mevkiine gelmiştik.
Hemen oltaları çıkarıp suya salladık. Balıklar bizim gibi sabırsız olmadığından oltanın ucundaki yeme dokunan bile olmadı. Baktık ki ne gelen var ne giden. Canımız sıkıldı. Bari karnımızı doyurup biraz ısınalım dedik.
Hava sisli, baraj kenarı soğuk, karnımız açtı. İçimizden bir ikisini odun bulmaya yolladık. Hiç ummadığımız bir şekilde çok kısa bir zaman sonra bir bagaj dolusu odunla geldiler.
Kesimciler vardı yol kenarında, istif edilmiş odun sterleri de görmüştük, onları mı aldınız diye sorduk arkadaşlara. Yok, şef olur mu onlar verdi. Hatta biraz da mazot verdiler tutuşturmak için deyince tamam o zaman yakalım ateşi dedim.
Ama ne mümkün Çam değil çeşme mübarek hatta sebil sanırsın. Su akıyor resmen ortasından hem de şarıl şarıl. Mazot döktük olmadı, kâğıt bulduk yakmadı. Üfledik püfledik zor bir mücadele oldu olmasına ama sonunda zafer bizim oldu. Yaktığımız ateş bizi ısıttı. Yediğimiz kahvaltı ve semaverde içtiğimiz çay ise uykumuzu açtı.
Ateşteki közleri görünce bir dibek kahvesi ne iyi giderdi dedim.
Ne demek hemen dediler. Zeki Ustanın kulakları çınlamıştır. Dibek kahvesini konserve mısır kutusunda hiç içtiniz mi bilmem.
Ben beğendim.
Balık tuttunuz mu diye soran olursa.
Bahar gelmiş. Can erikler çiçek açmış. Bulutlar güzel, çiçekler böcekler harika.
Şimdi bunca güzelliği bırakıp ta birkaç balığı öldürmek hiç bana göre değil.
(kısaca tutamadık)
Ben de eski resimlere bakarak nostalji yaptım.

KASTAMONUDA YOLDAN KÜP FIŞKIRDI.

















Yerini eğer yetkililer merak ederse söylemek üzere kendime saklıyorum.
Kısaca, Kastamonu Merkez civarında diyelim.
Bir fotoğraf çalışması için gittiğim yörede arkadaşlar yol kenarındaki küplere bakmadan geçme diye uyardılar.
Nasıl yani dedim. Küp mü var yol kenarında.
Gidersen görürüsün deyip işlerine döndüler.
Fotoğraf çalışmasından sonra dönüş yolunda küpler aklıma geldi,
—Şu küpleri bir görelim, bakalım neyin nesiymiş diyerek direksiyonu o yöne kırdık.
Kısa bir mesafe gittikten sonra ana yoldan ayrılıp tarlalara giden arazi yoluna saptık.
Bir viraja yaklaşınca aracımız yavaşladı ve üç adet yuvarlak boşluk görünce hah tamam işte burası dediler.
Araçtan inince gördüğüm enteresan şey şuydu.
Yol kenarında bir duvar yıkıntısına benzer taşların dibinde toprağa gömülü üç tane koca küp var ve yarıya kadar olan yerlerinden kırılmış. İçleri toprak dolu. Etraf karman çorman olmuş. Buraya gelen hazine avcıları ortalığı hallaç pamuğu gibi atmışlar.
Küpleri buraya kimler gömmüş diye şöyle bir düşündüm.
Teorim şöyle;
Bana kalırsa bu küpler çok eski değiller. Küplerin konulma şekline ve büyüklüklerine bakılırsa, bundan kısa bir süre öncesinde yaklaşık 50–80 yıl öncesinde tahıl ya da farklı bir takım şeyler için kullanılan saklama kapları diyebiliriz.
Ama bu benim fikrim.
Tarihsel bir önemi olup olmadığını bilmiyorum.
Yine de bu bizim tarihimiz.
Kırmadan dökmeden zarar vermeden bir şeyler yapmak mümkün değil mi acaba.

MİNİK AYICIKLARDAN KASTAMONU'YA MERHABA






















Kale Kapısı semtinde Özbay Veteriner Kliniğindeyim.
Daha kapıdan girer girmez,
—Nerede nerede diyor telaşla aranıyorum.
Veterinerlikte görevli Şaban Bey İşte diyor.
İçinde iki küçük minik tüy yığını bulunan bir karton kutuyu gösteriyor.
Siyah iki yumak kutu içinde birbirlerine sarılmışlar uyuyorlar.
Şaban Bey benim için birini alıp masanın üstüne koyuyor. Aman tanrım o ne acıklı bir ses öyle. Taş olsa çatlar orta yerinden.
Ayı yavrusu böyle acıklı acıklı seslenerek annesinden yardım istiyor olmalı. Bu arada sert masa zeminine tutunmak için çabalarken iyice ortaya çıkan pençeleri ise görülmeye değer.
Minik bir yavru iken bile pençeleri böyle ise büyüyünce kim bilir nasıl olur diye düşünmeden edemiyor insan. Üstelik daha birkaç ay önce Şenpazar’da bir ayı tarafından öldürülen bir vatandaşımızın haberi belleklerde taze iken.
Bu güzel minik zavallı yavruya bakarken biliyorum ki,
Ayılar bu coğrafyanın vazgeçilmez ekolojik değeridir. Üstelik koruma altındadırlar.
Bu yavrularda Araç İlçemizin Aksu köyünde bulunup Yaban Hayatını Koruma Milli Park Yetkililerine teslim edilmişler.
Şimdilik veteriner kliniğinde tutuluyorlar.
Birkaç gün sonra Bolu’daki merkeze gönderilecekler.
Umarım hayatta kalmayı başarırlar.
Çünkü çok minikler.
Kulaklarımda hala o yardım isteyen minik siyah tüy yumağının sesi var.
Bir patisini kaldırmış bana merhaba der gibi bakarken fotoğrafını çektiğim ayıcık;
Benden de sana merhaba,
Hoş geldin Kastamonu’ya.

21 Şubat 2010 Pazar

KASTAMONU SEVGİ YOLU


Bir pazar günü hafiften atıştıran yağmurun altında,

Biri nafakasını arıyorken,

Bir diğeri fotoğraf çekme derdindeydi.

Fotoğrafı çekilen, fotoğrafı çekene dedi ki;

...

—Çek abim

...

Bir fotoğrafımız bari olsun bu dünyada.

Ben göremesem de sen bakarsın.

...

—Eyvallah dedi. Fotoğrafçı deklanşöre basarken.
İçinden,
Belki sadece ben değil birçok kişi bakacaktır.
Diye mırıldandı

....

Balıkçı Şef...

19 Şubat 2010 Cuma

DADAY'DA MEMİŞİN YERİ......SOYADI DEĞİŞTİRTEN LEZZET






















1960’yıllarda Daday’da Mehmet ve Hüseyin ÇEVİK mütevazı bir ekmek fırını açarlar. Babalar oğullar, kardeşler, çocuklar kısaca klasik bir aile işletmesidir.
Fırıncılık ise ata mesleğidir.
Memiş Usta Fırını açar. Ekmekler yapar.
Yıl 60’lı yılların ortasıdır.
Ekmek yapmaktan arta kalan zamanlarda arada birde eş dost için etli ekmek yapar.
Ustadır bu işte Mehmet. Bir başka lezzet katar etli ekmeğe.
Artık Daday’da Memişin yeri diye bir yer vardır. Ve etli ekmeği ile meşhurdur.
Mehmet ÇEVİK git gide tanınır. Ama ismiyle değil lakabıyla.
Adını herkes unutmuştur.
Kısaca Memiş Usta derler. Daday’da küçük büyük herkes onu bu isimle tanır.
Uzaklardan bile sadece etli ekmek yemeye Daday’a gelenler olur.
Fırında artık siparişlere yetişemeyince üst katı etli ekmek salonu olarak açar.
Burası Daday’a yolu düşenin muhakkak uğradığı bir mekândır artık.
Memiş artık bir markadır.
Ailenin sonraki kuşağı bu ismi kendilerine soyadı olarak alırlar.
Memiş usta etli ekmeğin lezzetindeki sırlarını kendinden sonraki kuşağa aktarırken, lakabını da marka olarak geleceğe taşır.
Bu günlerde bizim de yolumuz düştü Daday’a.
Öğle vakti olmuşken kendimizi Memişin yerine çıkan dar ve dik merdivenlerde bulmuştuk bile.
İçeride arkadaşlar masada etli ekmeklerini beklerken ben fırının önünde oklavasının başında hamur açan Naim usta ve diğer çalışanlarıyla kısa bir sohbet gerçekleştirdim.
Ailenin şimdiki temsilcisi Naim Usta’ya sordum.
-Nedir bu lezzetin sırrı diye.
Elinden oklavasını bırakmadan gülümsedi, mütevazı bir şekilde şöyle cevapladı.
-Temizlik, titizlik, tertip dedi ve işine devam etti.
Kalabalık bir masada aynı soruyu bu kez etli ekmek yiyenlere yönelttim. Bu soruya herkes farklı farklı cevaplar verdi.
Kimi
-Etindendir
Kimi,
-incecik hamurundadır.
-Pişirilen taş fırındandır,
-Ustanın elinin lezzetindendir.
Dese de.
Sonunda bir ortak payda da buluştular.
Çok lezzetli bir etli ekmek olduğunda herkes hemfikir oldu.
Hey gidi Koca Memiş Usta.
Etli ekmeğin Daday’ın simgeleri arasında,
Lakabın senden sonraki kuşağın soyadı olmuş.
Ne mutlu sana.

18 Şubat 2010 Perşembe

YANIK BUĞDAYLAR















































































Kış gelince Kastamonu köylerinde bir tehlike baş gösterir. Bu tehlikenin adı yangındır.
Köylerde evlerimiz genelde ahşaptır. Ahşap evler ile samanlıklar hep iç içedir.
Yangın bir kere sararsa yüzlerce yıllık çıralı çamları, geriye kalan sadece taş duvarlar olur.
Merkeze bağlı Darıbükü köyündeyim. Yakın zamanda yangın olan köyümüzde.
Daha iki hafta önce bu köyde birbirine bitişik iki ev yandı.
Ev ve içindeki tüm eşyalardan geriye kalan bir avuç kül oldu.
Yangından sonra yıkıntılar arasındayım. Havadaki kesif yanık kokusu hala gitmemiş.
Yangında evin tüm tarımsal ekipmanları yanmış. Ötede beride eğilmiş bükülmüş sıcaklıktan erimiş parçaları gözüküyor.
O karmaşa arasında bir bisiklet göze çarpıyor. Küçük bir çocuğun hayalleri de yanmış anlaşılan.
Erimiş kaşıklara, çatallara, lpg tüplerine bakılırsa burası da mutfak olmalı.
Bir başka bölümdeyim.
Burası da kiler ya da depo gibi bir yer olmalı. Yanmış birkaç kesim motoru, römork ve bir takım zirai ekipman kalıntıları var.
Yerde küller arasında bir şeyler görüyorum. Ne olduğunu anlamak için eğilip yakından bakıyorum.
Bunlar buğday.
Yanık buğdaylar.
Belki geçen senenin mahsulü buğdaylar. Belki tohumluk olarak ayrılmıştı. Kim bilir.
Gazetelerde bazen üç beş satırlık bir haber oluyor.
…köyünde yangın diye.
Her kış oluyor.
Evler ahşap, evler bitişik, duvarlar yağlı çam.
Bir kıvılcım yetiyor.
Sonrası, sonrası yok.
Hayat devam etmeli. Ediyor da.
Yanan ekipmanlar yerine konulmalı, yoksa tarla nasıl ekilir sürülür.
Çocuğun yanan bisiklet alınmalı ki, mahzun dolaşmasın köyde el içinde.
Mutfak eşyaları alınmalı, yatak yorgan, tüm eşyalar…
İğneden ipliğe her şey lazım.
Ama önce başının üstüne bir çatı lazım.
Ev lazım.

Yanan alan İl Özel idaresine ait iş makineleri tarafından temizleniyor.
Kepçe kamyona yangın molozu dolduruyor.
Kepçe yıkıntılarla birlikte bir bisiklet yüklüyor,
Bir kaşık,
Bir çivi
Ve yanık buğdaylar yüklüyor.

11 Şubat 2010 Perşembe

DOĞANYURT'TA KAZA
















Bu günlerde Kastamonu dağlarından bahsediliyor ya, hani; Üniversite kuralım mı kurmayalım mı diye.
Şoför Hasan O konuşanların hiç görmedikleri Doğanyurt’un dağlarında yol açıyor, kar mücadelesi yapıyordu.
Sadece O değil İl Özel İdaresinin greydercisi, dozercisi, operatörü, şoförü, Seyyar Tamircisi, atölyecisi mühendisi, teknikeri, büro görevlisi kısaca kapıdaki bekçiden en üst düzeydeki amirine kadar herkes kar mücadelesi için çalışıyordu.
Kimimiz dağlarda, kimimiz atölye de tezgâhta, kimimiz bürodaydık.
Şoför Hasan da dağlardaydı.
Görevi gereği kim nerede olması gerekliyse oradaydık.
Kar yağmıştı memleketimin o güzelim dağlarına,
O küçümsenen dağlarına.
O dağlarda köyler vardı.
O köylerde yaşayanlar vardı.
O köylere giden karla kaplı yollar vardı.
O yollara bir umutla sarı renkli bir araç görme umuduyla bakanlar vardı.
Kim miydi onlar.
Belki bir hasta,
Belki bir öğrenci,
Belki bir öğretmendi.

Hasan bir sabah umutlarıyla birlikte erkenden çıktı evinden.
Dağlarda umutla bekleyenlere umut götürmek için.

Ama
Akşam saatlerinde umutları açtığı yollarda, dağların tepesinde kalmıştı. Adına ne derlerse desinler, kaza ya da kader kabullenmek çok zor.
Cemal Süreyya diyordu ya,
“Her ölüm erken ölümdür
Bu da çok erken bir ölümdü.
Hasan’ı çok severdi herkes. Son yolculuğunda yalnız bırakmayınca arkadaşları, sığmadı kalabalıklar o küçücük köyün camisine.
Kim bilir kaç kez geçtiği o köprüden son kez geçti. Hem de arkadaşlarının omuzlarda geçti.
Bu son seferdi.
Hayatı boyunca yollarda çalışmıştı.
Ama artık
Yol bitmişti onun için.
Hayatı yollarda geçen biri için
İşte bu son yoldu.
Şoför Hasan’ı, bu son yolun sonunda ki, Kestane ağaçlarının altında, defne ağaçlarının, böğürtlenlerin arasındaki daimi ikametgâhına emanet ettik.
RUHUN ŞAD, MEKÂNIN CENNET OLSUN HASAN USTAM.

Artık…
Ben her sabah evden çıkarken,
Umutlarımı, yarınlara dönük umutlarımı yanımda götürmüyorum,
Askıya bırakıyorum.
Akşam döndüğümde bulabileyim diye.

Dağlarda, yollarda kalmasınlar diye.

10 Şubat 2010 Çarşamba

TÜRKİYE’DE ÇOK AZ KASTAMONU’DA İKİ TANE




























































































































































































































“DİBEK KAHVE”
“Dibek kahvesi günümüzde çok sınırlı yapılmaktadır. Bunun da sebebi kolayca tahmin edileceği gibi çok zahmetli olması.
Türkiye’de dibek kahvesi denilince akla gelen yerler, Gökçeada’daki Zeytinliköy’de bulunan Madamın Kahvesi. Yine, Foça’da Kozbeyli köyünde Şakir’in kahvesi de Dibek kahvesi ile ünlü. Ayrıca Kastamonu Zeki Dilekçi’ de güzel dibek kahvesi bulunuyor.”
Yukarıdaki satırlar internette dibek kahvesi yazdığınızda ilk önünüze çıkanlar.

Dibek kahvesi aslında bir kahve pişirme şekli değil, kahve öğütme yöntemi. Kavrulan kahve yuvarlak, içi çukur taş ya da tahtadan yapılan bir anlamda havan’a benzeyen büyük kaplara konur ve bir tokmakla ince hale gelene kadar ezilir.
Buradan elde edilen kahvenin farkı ise eski Osmanlı usulüyle yani, özel imalat dibek kahvesinin cezvede değil de direk ateşin üzerinde pişmesi. Şekerini, kahvesini, suyunu fincana katıp karıştırılması ve direk ateşin üzerine koyulup içime sunulması
Bu yöntemle kahve öğütülmesi 1800’lü yılların ilk yarısına kadar devam etmiş. Ancak 1827’de tüfekçi ustalarından Selim’in kahve değirmenini icat etmesi sonucunda dibek kahvesi ortadan kalkmış.
Bu şekilde kahve elde etmek zahmetli ve vakit alıcı olduğu için evde yapılamayan kahve öğütülme işlemi, değirmenlerin yaygınlaşması ile evlere girmiş.
Kastamonu’daki dibek kahvenin tarihini öğrenmek için bu işin en eski ustası Zeki DİLEKÇİ’nin kapısını çalıyorum.
Daha kapıda bir koku sarıp sarmalıyor insanı.
Duvar dibinde ahşap bir kerevete çöküyorum.
Zeki Usta dibek kahvesinin tarihini anlatırken bir fotoğraf koyuyor önüme.
—Şu önde ocağın başındaki kişiyi görüyor musun Adı Hasan Ustaydı. Sabahtan odunları kırar hazırlar, kolla çevrilen ocağı yakar kahveleri pişirir, sonra da saatlerce elde demir taş havanda kahve döverdi.
Sonra LPG’li ocaklar çıktı. Mekanik olarak döven makineler icat oldu. Bu arada bu dövme makinesi benim tasarımımdır patent almaya çalıştık ama gereken prosedürü tamamlamakta zorlandığımızdan olmadı.
Şimdi sadece dibek kahve değil salepte işleyip tüketiciye sunuyoruz diye bir çırpıda olayı özetliyor.
Zeki Ustam diyor ki;
Dibek kahvede en önemli özellik kavurmadadır. Yakmayacaksın, karartmayacaksın. İçenin ağzına yanık bir tat gelmeyecek. Telvesi incecik olacak. Stok olmaz bunda. Azar azar ama taze satacaksın. Ama çok ta taze olmayacak. Kavrulan kahvelerin uygun ortamda en az bir iki gün dinlenmesi beklemesi gerekir. En uygun ortam ise ahşap bir sandıktır.
Merak ediyor soruyorum.
Ustam senin kahveler nerde bekliyor?
Zeki Ustam gülümsüyor ve oturduğum kereveti gösteriyor.
Kerevetin altı sandıkmış. Kapağını açınca kahvelerin hem görüntüsü, hem kokusu başımı döndürüyor.
Ve bir sürpriz kahve dövülen dibek taşı en az yüzyıldır bu dükkânda duruyor ama milyonlarca yıl yaşındaymış.
Nerden mi biliyorum
Çünkü taşın üstünde kocaman bir fosil var.
İnanmayan gelsin baksın.
Zeki ustamın salep konusunda da farklı çalışmaları var. Artık o bir başka yazı konusu.
“Bu mayıs-haziran ayında dağlarda salep çiçeği fotoğrafları peşine düşülecek diye ajandama not düşüyorum. ”
Zeki Ustamın dükkânından ayrılıyorum.
Dibek kahvesinin Kastamonu’daki ikinci adresi Kuzey kent’te bulunuyor.
Genç girişimci Muhsin PEHLİVAN’da tıpkı ustası Zeki DİLEKÇİ gibi dibek kahvesi yapıyor.
Onun da dükkânında kahveler dövülüyor eleniyor kavruluyor.
Muhsin Ustanın kahveleri ise yüzlerce yıllık ahşap çeyiz sandığında bekliyor.

Türkiye’nin sadece birkaç yerinde olan ama bizde iki tane imalathanesi olan bu geleneksel değerimizin ne yazık ki içilebilecek otantik bir mekânı yok.
Dibek Kahvesini,
Şöyle ağız tadıyla güzel bir mekânda içebileceğimiz bir konak olsa,
Dışarıdan gelenlere, eşimize dostumuza farklı bir tat sunacağımız bir yerimiz olsa,
İyi olmaz mıydı?
Bence çok iyi olurdu.