30 Aralık 2009 Çarşamba

NOSTALJİK YILBAŞI


Bilmem ki kaç yıl önceydi.
Televizyonlar henüz renklenip, çeşitlenmemişti.
Bu yılbaşı dansöz çıkacak mı, çıkmayacak mı? Tartışmasının günlerce önceden yapıldığı yıllardı.
Pazardan filelerle (evet file diye bir şey vardı.poşet icat olmadan evvel.)tabanı kalın bir hamurla yapıştırılmış kesekâğıtlarında kuruyemişle meyveyle eve dönen büyüklerimizi beklerdik.
Televizyon akşam saatlerinde açılır sık sık arıza yapar şimdilerde dalga geçilen Necefli maşrapayı oturur ailece izlerdik.
Anteni olan çatının zengin evi olarak görüldüğü yıllardı.
Uzak mahallelerden sadece TV seyretmek amacıyla akraba evlerine gelindiği yıllardı.
Piyango biletini elimize alıp TV karşısında kısa bir süre de olsa zenginlik hayalleri kurduğumuz yıllardı.
Ferdi TAYFUR’u, Orhan GENCEBAY’ı izlemek için yılda tek bir günümüzün olduğu yıllardı.
Sobanın üstünde kestane kebap yaptığımız, tombala oynadığımız yıllardı.
Ne kadar da çabuk geçmiş.
Şimdi benim yaşadıklarım bile çoktan fi tarihinde yaşanan nostalji olmuşsa,
Yaşlanmışız vesselam.
Bir yıl daha yaşlanmamızın tescili olan yeni takvim sayınızı kutluyorum.

29 Aralık 2009 Salı

İLK TIP ŞEHİDİ (Tosyalı Dr.İsmail Hakkı Bey.)
















İsmail Bey Külliyesindeyim.
Her zaman olduğu gibi Sahaf Nadide ilk durağım.
Geçmişe dair ilginç haberleri kimi zaman eski kimi zaman yeni yazılı belgelerden çıkaran Nadide Hanıma konuk oluyorum.
Deve Hanı önünde kış güneşine sırtımızı verip bir çay içiyoruz.
Laf lafı açıyor. Derken ilginç bir konuyu gündeme getiriyor.
Bundan birkaç yıl önce bu çarşıyı gezen bir beyefendiyle konuşurken, ilk tıp şehidi Kastamonuludur bilir misiniz demiş.
Hayır, bilmiyorum deyince de ben size gerekli dokümanları yollarım deyip gitmiş. Aradan bir müddet zaman geçince bir zarf gelmiş. İçinden bir gazete kupürü ve fotoğraf çıkmış.
Nadide hanımın getirdiği fotokopilere bakıyorum.
Gencecik birinin fotoğrafı.
Tosyalı Dr.İsmail Hakkı Bey buymuş demek diyorum.
İnternette biraz dolaşınca şu haberlere ulaşıyorum.

“14 Mart 2008 Tıp Bayramında torunu Emekli Hava Astsubay İsmail Hakkı BORA dedesinin Rus ajanlarının ilçede yaymış olduğu kolera hastalığından öldüğünü, Rus ajanlarının İnebolu’da kolera hastalığını yaymak için sulara zehir kattıklarını bunu tespit eden Dr. İsmail Bey bu hain olayı gerçekleştiren ajanları tabanca ile vurduğunu ve ne yazık ki kendisinin de bu hastalıktan 36 yaşında vefat ettiğini anlatmıştır. Kaynak:http://www.ineboluajans.net/haber_detay.asp?haberID=369”

Fatih ŞİMŞEK imzalı gazete haberinden öğrendiğimiz kadarı ile
Kahraman Doktorumuz 1303/1887 yılında Tosya’da doğar. Saatçi ailesine mensuptur. İlkokulu Tosya’da İdadiyi Kastamonu Lisesinde bitirir.
İstanbul’da tıbbiyeyi bitirince İstiklal savaşı yıllarında İnebolu Frengi Hastanesine tayin olur. Çok kısa zamanda başarılı işler yapıp başhekimliğe yükselir.
O yıllar zor yıllardır.
Savaş yılları, kıtlık yokluk yıllarıdır.
Kalabalık ve kontrolsüz bir liman şehri olan İnebolu her türlü hastalığa açıktır. İlaç yoktur. Tıp ise daha birçok ilacı henüz keşfetmemiştir.
Kolera bir salgın olarak yayılır.
Doktorumuz hayatı pahasına bu hastalıkla mücadele ederken, düşmanlar da boş durmazlar suyu bile zehirlerler.
Doktor anlar ama artık çok geçtir.
Kendisini de yakalayan bu hastalığın o zamanlarda çaresi yoktur.
Ajanlar yakalanıp cezaları verilir. Ancak Doktorumuz görevini yaparken yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp şehit olur.
Tosya’daki ailesi çok isteseler de İnebolu halkı Şehidini vermez. Hastane bahçesine gömülür. Mezarı başına da,
“Yaşadığı sürece vazifesi uğruna hayat sürüp, sonsuzluğa erişti,” diye başlayan bir abide dikilir.
Gencecik idealist bir doktor.
Dönem istiklal savaşı dönemi, tarihin şekillendiği yazıldığı devir.
Salgın hastalıklar, casuslar, ajanlar cinayetler.
Ve tüm bunların içinde vazifesi uğruna Şehit bir doktor.
Bunun gibi bir hikâye başkalarında olsa şimdiye kadar kim bilir kaç tane film, roman hikâye yazılıp çekilmişti. Adını dağlara taşlara yazmışlardı.
Şehit Doktorumuz Tosyalı, ama sonsuza kadar İnebolu’ya emanet.
Ruhun Şad Olsun Doktorum..

25 Aralık 2009 Cuma

SIĞIRCIK SAVAŞI











SIĞIRCIKLARLA SAVAŞ SÜRÜYOR.
Önce haberi bir hatırlayalım;
“Havanın kararmasıyla birlikte sürü halinde gelerek ağaçlara konan kuşların kaldırımlara düşen pislikleriyle baş edemeyen Belediye, kuşlara zarar vermeden mücadele yöntemi için arayışa geçti.
Kastamonu Belediyesi’ne bağlı Park Bahçeler Zabıta, Temizlik İşleri ve Veteriner Hizmetleri Müdürlüklerinden 30 kişilik ekip oluşturuldu.
Gün batımıyla birlikte mesaiye başlayan ‘kuş kovma timi’ Karaçomak Deresi’nin İsmailbey ile Aktekke mahalleleri arasında sadece gürültü çıkartan patlayıcı ve ışık saçan havai fişeklerle, ağaçlara konmak için gelen sığırcıkları bölgeden uzaklaştırmaya başladı.”
Birkaç gündür elimde makinem kuşsavar ekibin peşinde geziyorum.
Karaçomak deresinin akşamları ortaya çıkan o güzelim yeşil rengine inat göğe fırlayan ve patlayan alev topunu fotoğraflamak için özel çalışma yapıyorum.
Bu gün düne göre daha donanımlı geldim. Tripodumu yanımda getirdim.
Cevizli Park önündeki köprüye konuşlanıp beklemeye başladım.
Derken ilk havai fişeğin sesini duyunca hemen deklanşöre bastım.
Epey bir fotoğraf çektim.
Bunun için kuşlara mı teşekkür etsem belediyeye mi bilemedim.
Bu günün bilançosu şöyle,
Epey bir fişek harcanmasına rağmen iki tarafta zayiat vermediler şükür!
Kuşlar dolandı dolandı konamayınca bir yerlere gittiler.
Ağaçlar şimdilik boş.
Yarın ben yine orada olacağım.
Sığırcıkların inadını test ediyoruz.
Hep birlikte.

1 Aralık 2009 Salı

BU ŞEHRE SONBAHAR GELDİ
















Bu şehre sonbahar usul usul gelir.
Önce kara çomak üstüne sararmış bir yaprak düşer.
Sonra Onu diğerleri izler.
Hele Ilgaz’ın tepelerine kar yağmışsa bir gece aniden.
Tutulmaz olur o yapraklar.
Bir bir kara çomağın kucağında bulur kendini.
Yağmurlar yağar bu şehre sonbahar kokulu.
Yakalarını kaldırıp adımlarını hızlandıran kişiler görürüm geniş kaldırımlarda,
düşen yapraklara basıp geçerken
sonbahar kokulu bu yağmurlarda ıslanan.
Ve kambur köprünün tutsakları sonbaharda daha bir hüzünle beklerler.
Bir iş çıkacak diye bekleşenlerdir bu gönüllü tutsaklar.
Kale her daim rüzgârlıdır bu mevsim.
Dalgalanan nazlı bayrağın altında ne gam ne keder der gibidir.
Bu şehrin sokaklarına sonbahar gelir usul usul.
Her sabah yolumun üstündeki çınarlar ayaklarımın altına halı sererler yapraktan.
Ben yürürken o halının üstünde serin bir yel eser yüzüme.
Nasrullah’ta, Meydanda, oturamaz olmuşken masalarda,
Ben elimde makine dolanırım bu şehrin sonbahar kokulu sokaklarında.…
Düşen her yaprak hayattan çalınmış bir yudum mutluluktur.
Ta ki yere düşene dek.
O kısacık anda yaprak özgürdür.
Savrulsa da esen yelde ne gam ...
Bir kerecik olsa da özgürdür.
Şimdi bu şehirde sonbahardır.
Ben de bu şehrin yüzlerce çınarının binlerce yaprağından biriyim.
Düştüm düşeceğim diye bekliyorum.
O bir anlık özgürlüğü bekliyorum.
Belki düşerim kaldırımlara çiğnenirim.
Belki düşerim kara çomağın kucağına alır götürür beni uzaklara.
Bilmiyorum.
Bekliyorum.
Bu şehre sonbahar geldi.