27 Kasım 2009 Cuma

KASTAMONU AŞKINI KİMLERE SORAYIM
































































































































































































Aşkın hikâyesini durmaksızın feryat eden bülbüle değil,
Sessiz sedasız can veren pervanelere sor demişler.

Kastamonu Çatalzeytin yolunda yaralı gözün zirvesindeyim. Kar yağıyor inceden. Devrekaniden beri devam eden yağmur yukarılara çıktıkça önce sulu sepkene daha sonra kara dönüşüyor. Ağır ağır iniyorum asırlık çamların yeşiline inat çamurun kahverengisiyle kaplanmış yoldan.
“Yaralı gözün zirvesinde bu günlerde yoğun bir çalışma var. Yol genişletme için yapılan çalışmalar sürücülere hayli zor anlar yaşatıyor. O yolu kullanacakların dikkatli olmalarını öneririm.”
Çatalzeytin’e, Bozkurt’a Abana’ya giderken yaralı gözün zirvesinde mola verdiğim ve bir bardak çay içtiğim gözleme yediğim küçük kulübeler kapanmış. Sebebi ise gelen kış ve inşaat çalışmaları diyorlar.
Yol kenarında dumanı tüten bir yer var. Sevinip hemen kenara çekip içeri giriyorum.
Naylon tavanlı derme çatma bir yer. Bu tavanın üstüne kar, yağmur taneleri tıpır tıpır dökülüyor. Üç beş sandalyesi bir masası bir de gürül gürül yanan odun sobası var.
İçeride iki kişi var. Biri çay ocağının sahibi, diğeri önüne aldığı bir sepet kanlıca mantarını satmaya çalışan Kemal Dayı.
Bir de kedi var gelen müşterileri karşılayan onların ayakları etrafında dolanan mırlayan siyah bir kedi.
Soba gürül gürül yanıyor. Kedi etrafta dolanıyor.
Kemal Dayı Devrekâni’nin Kuz köyündenmiş. Yetmiş yaşında olmasına rağmen oldukça dinç görünen ve dağlarda topladığı mantarları satarak geçimine katkıda bulunmaya çalışan bir köylü.
Yaralıgözün dağlarında yetmiş yıldır dolanan bir gezgin olan Kemal Dayı. Her çalıyı, her ağacı bilen kısaca mantarı aramayan onu eliyle yetiştirmiş, ekmiş gibi bilen bir doğa dostu.
Bir pervane gibi sessiz sedasız ışığa koşanlardan.
Kastamonu’ya bu topraklara aşkını feryat figan yaşamayanlardan.
Yıkılan her ağaç için üzülen, yeşeren her fidan için sevinen bir doğa dostu.
Yetmiş yıldır bu toprakların bu ormanın ekmeğini yiyip, suyunu içen havasını soluyan ormanla birlikte yaşayıp birlikte yaşanan bir doğa dostu.
Motosikletiyle her gün geçtiği bu yoldan sessiz sedasız ormana doğru koşan bir pervane.
Bülbül gibi Feryat figan etmese de Kastamonu aşkını, doğa aşkını en iyi bilenlerden.
Nedir bu aşk diye sorarsanız;
—Yıllardır bu dağlarda gezerim, ne o dağda yaşayanlar bana zarar verdi ne ben onlara. Kardeşçe yaşadık yetmiş yıldır.

Belki de bir ömür doğayla barışık yaşamanın özetiydi bu sözler.
Bu günlerde Kastamonu’da baraj çalışmaları gündemde.
Yapılsın mı yapılmasın mı tartışılıyor.
Uzmanların görüşünü dinledim bu hafta sonu.
Kemal Dayı ise;
—Yetmiş yıldır yaşadığım dağlardan bir zarar görmedim, O’na da bir zarar vermedim. diyerek konuyu özetliyor.
Kastamonu aşkını ben Yaralıgözün zirvesinde dağlardan topladığı mantarları satan Kemal Dayıma sordum.
—Toprak, dedi.
Isırganlıkta sırtındaki bohçasıyla yokuş yukarı giden bacıma sordum.
—Çeyizimdir dedi.
Çatalzeytinde balıkçıya sordum,
—Denizdir, dalgadır, balıktır, tuzdur dedi.
Kendime sordum nedir bu aşk diye.
Hayat dedim kısaca,
Dokunmayın hayatıma.

Hayatıma dokunmayın.

26 Kasım 2009 Perşembe

KURBAN BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN.







Sevgili Dostlarım,



Dostluğu, sevgiyi ve geleceği... Aşımızı, ekmeğimizi, soframızı... Hüznümüzü, acımızı, yalnızlığımızı paylaştığımız; birlik ve beraberliğimizi, kardeşlik ve dostluğumuzu en sıcak şekilde hissedeceğimiz mübarek Bayramınızı tebrik eder, mutluluklar dilerim.



...



Cebrail KELEŞ






25 Kasım 2009 Çarşamba

ŞENPAZAR- YARIMCADAN İSTANBUL’A GİDEN SESSİZ MANKENLER
























































Yarımca Samay’da sessiz mankenler gördüm.
Hep uzaklara bakıyorlardı.
Her ne kadar adları naturel (doğal) olsa da kendileri yapaydı.
Uzaklara, çok uzaklara aittiler.
Bir gün gideceklerdi, aşacaklardı bu orman yolunu lüks ışıkları olan vitrinde şık bir kıyafeti taşıyacaklardı.
Sessizdiler. Yabancıydılar.
Gidecekleri günü bekliyorlardı.
Ama yine de sinmişti bizim buraların kokusu.
Nereye gitseler o kokuyu taşıyacaklardı.
Onlarda Kastamonuluydular.

Şenpazar Yarımca’da (Samay) üç katlı bir köy evi. İkinci Katında bir imalathane var. Naturel vitrin mankeni yapılıyor.
Güleç yüzlü. Samimi bir genç görüp soruyorum,
—Adın ne usta?
—Murat.
—Vergi levhana bakarsak iş yerin İstanbul’daymış, neden geldin köyüne, niye bu tersine göç.
—İstanbul’da yaşamak çok zorlaşmıştı. Nasıl desem ki,
Mesela yürüsen olmuyor, arabaya her bindiğin yer para,
Susadın, içtiğin su para,
Acıktın yediğin simit, ekmek para.
Bir de üstüne evin dükkânın kirası binince,
Vergi, elektrik, su derken artık altından kalkılmaz oldu.
Kazanç az masraf çoktu. Sıktım dişimi yapacak bir şey yok deyip bir müddet dayandım.
Ama krizi bahane eden firmalar siparişi bir bir kesince kazancım iyice azaldı. Tek azalmayan artan bir şey vardı o da masraflardı.
Bir gün topladım tüm eşyalarımı, Şenpazar’ın yolunu tuttum. Baba ocağı ata toprağı dedim geldim.
Şimdi;
Üstümde masmavi bir gökyüzü, altımda halı niyetine yemyeşil çimenler var.
Elimi uzattığımda alıp yediğim meyvelerim, bahçemde elimle yetiştirdiğim sebzelerim var.
Hayvanlarım var, süt yoğurt tereyağı yaptığım.
En önemlisi,
Sıkıştığımda rahatça sığınabileceğim dost kapılar var.
İşte ondan geldim be abim.

Murat Usta tersine göçü neden yaptığını işte böyle anlatıyordu.
Yarımca Samay’da bir delikanlı tanıdım. İstanbul’a sessiz mankenler gönderiyordu.
Çıplak ve boyasızdılar.
Onlar büyük şehirde boyanacak, parlatılacak, albenili kıyafetler giyeceklerdi.

Yarımca samay’dan İstanbul’a mankenler gidiyordu sessiz ve çıplak.

Bir gün, Gurbete yolunuz düştüğünde, İstanbul’da iseniz,
Hele bir de sokaklarda bir başına iseniz, yalnızsanız,
Kaldırın başınızı bakın ilk vitrindeki mankene,
Orada diğerlerinden farklı bir manken görürseniz,
Daha bir dalgın bakıyorsa diğerlerinden,
Yüzünüze memleketten bir esinti gelir gibi olursa aniden,
Bilin ki O manken Şenpazar’da Yapılmıştır.
O Şenpazar’dan Yarımcadan gitmiştir.
O’nu Murat Usta yapmıştır.
O’na Şenpazar’ın, Yarımcanın, Samayın kokusu sinmiştir.
Bilin ki,
O’da Kastamonuludur.
O’da gurbettedir.

24 Kasım 2009 Salı

ŞENPAZAR'IN KARDELENLERİ

























































Hikâye ederler ki;
“Çok uzun yıllar önce iki kır çiçeği birbirlerine âşık olurlar.
Her bahar diğer çiçekler gibi onlarda açıp güneşe merhaba derler.
Fakat bir bahar başlangıcı bu çiçeklerden biri diğerine;
"Biz diğer çiçekler gibi bu bahar açmayalım, kışın ortasında herkesin soğuktan kaçtığı karlı günlerde açalım ki, bütün doğa bize ait olsun" der ve ikisi de o bahar açmamaya karar verirler. Biri açmak için kışın gelmesini ve karın yağmasını beklerken Diğeri o yaz açar. O gün bugündür, karda açan ve sevgilisini bekleyen çiçeğe "Kardelen" Sevgilisini yarı yolda bırakan çiçeğe de "Hercai" denilir. İşte bu yüzden hayırsız sevgiliye "Hercai" diye hitap edilir...”

Şenpazar Kardeleni, Şenpazar Âşıklı Köyü bölgesinde yetişmektedir. Tarım ve Köy İşleri Bakanlığınca İlçemizde yetişen kardelen türünün endemik (alanları belirli bir ülke veya bölgeye ait yerel, ender ve çok ender bulunan) bir tür olan GLANTHUS PLİCATUS adı verilen tür olduğu ve bu sebeple herhangi bir şekilde üretiminin ve hasadının yapılamayacağı açıklanmıştır. http://www.senpazar.bel.tr/kardelen_senpazar_esnaf.asp

Şenpazar’da ben de kardelenler tanıdım.
Şenpazar kar altındayken onlardan biri açmıştı. Galiba hercai menekşesini bekliyordu. Hem de bir değil binlercesini. Nüfus azaldıkça her göç oldukça boynu biraz daha bükülen bir kardelendi. O kardelenin adı Suat SAYGIN’dı.
Bir kardelen tanıdım. Adı Hasan;
Kocaman cüssesinde yumuşacık bir kalp taşıyan, kendisine hastalığını anlatan bir köylüye elinden gelen her türlü yardımı yapmak için çırpınan bir koca kardelen.
Bir kardelen tanıdım adı Ahmet,
Uzun yıllar kardelen değil de hercai menekşe olan Ahmet amcam. İstanbul’da yaşamış ama aklı hep uzaklarda bıraktığı, her kış kendisini bekleyen kardelendeymiş. Bir bahar dönmüş. Kavuşmuş. Şenpazar’ına. Ve o günden sonra
O da bir kardelen olmuş.
Bir Kardelen tanıdım Yarımca’da eskilerin Samay dedikleri yerde, adı Cemile Hala,
Kalbinin aydınlığı yüzüne vuran bir kardelen. Köyünde otururken bayramda uzaklardan gelecek olan hercai menekşelerini bekleyen kar beyazı kardelen halam.
Ve benim kardelenim. Ayşe Annem.
Hayatın acımasız çarkları arasında sıkışan, her yaprağında acının attığı çizikleri taşıyan annem. Güneşe gerek yok ki O zaten doğuştan boynu bükük bir kardelen.

Kış geliyor.
Kar kapıda.
Şenpazar yine karla kaplanacak.
Ve bir gün bir kardelen karlar arasından başını uzatıp bakacak. Menekşem gelmiş mi diye.
Kardelenleri boynu bükük bırakmayın.
Hercai olmayın.
Nüfusumuzun artması için, gelişme için kalkınma için gelin sizde bir kardelen olun.
Karlar arasında üç beş boynu bükük kardelen sizleri bekliyor,
Şenpazar’da.

23 Kasım 2009 Pazartesi

24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ
















RECAİ ÖĞRETMENİM…
Kastamonu huzurevinde, üçüncü katta Recai Öğretmenimin odasındayım. Tertemiz düzenli bir oda. Hocam masanın kenarında oturmuş, TRT türkü kanalının açık olduğu eski radyosunu dinliyor.
Karşısında bir ayna aynanın kenarında bir fotoğraf var.1958 yılında çekilmiş. Fotoğrafın arkasına Cahit Sıtkı’nın 35 yaş şiirinden iki satır karalanmış.

Zamanla nasıl değişiyor insan! Hangi resmime baksam ben değilim:

Recai YÜCEL kimdir diyorum hocam sizi bize anlatır mısın?
—1936 yılında Araç Yurt tepe Köyünde doğmuşum. İlkokulu köyde ortaokulu sanat mektebinde okudum. Daha sonra Ankara Teknik Eğitim Fakültesini bitirdim. İlk görev yerim Gümüşhane’ydi. Sonra Kırklareli’nde askerlik yaptım.
1966 yılında Kastamonu’ya geldim.1976 yılında Kütahya Simav’a müdür olarak tayinim çıktı.79–80 yılında Kastamonu Endüstri Meslek lisesine müdür olarak döndüm.1985 yılında Niğde ye tayinim çıktı 1986 yılında emekli oldum.
Emekli olduktan sonra 20 yıl boyunca çok çeşitli işler yaptım. Tornacı Naci’nin yanında bizzat tornacılık bile yaptım.
Şimdi buradayım.
Yatağın üstünde notalar yazılı birkaç sayfa duruyor. Hocamız internetten eşden dosttan türkü notası bulmuş. Bir de sazı var.
—işte bu, bu var ya benim tek sırdaşım, arkadaşımdır benim. Hiç yarı yolda koymayan yoldaşımdır.
Her sabah namazdan sonra sazımla baş başa kalırım. Usul usul tezeneyi tellere vururum.
Her sabah konuşurum sazımla.
Dertleşirim.
Anlatırım.
Hocam bunları anlatırken usulca çalıştığı nota kâğıdına göz atıyorum.
Türkünün sözleri içimi acıtıyor.

Allı turnam bizim ele varırsanŞeker söyle kaymak söyle bal söyleEğer bizi sual eden olursaBoynu bükük benzi soluk yar söyle

Recai Hocamla karşılıklı çaylarımızı içiyoruz. Bana bir de türkü ziyafeti çekiyor. Öğle yemek vakti gelmiş bile. Aşağı inip yemekhaneye giriyoruz tertemiz masalarda, tertemiz tabaklarda görevliler yaşlılara büyük bir dikkat ve güler yüzle yemeklerini dağıtıyorlar.
(Kastamonu Huzurevinin babacan müdürüne güler yüzlü personeline yaşlılarımıza gösterdikleri sevgi ve güler yüzleri için teşekkür ediyorum.)
Recai Hocam bana bilgisayar odasını gösteriyor. Burada günlük gazeteleri okurum haberlere bakarım diyor.
Dışarı çıkıyoruz.
Ilgaz uzaktan bize bakıyor.
Bulutlanan gözleri bir yerlere bakıyor.
Şükrü Güzel diye bir dostum vardı. Bir şiir yazmıştı. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir şeydi diye söze başlıyor.

Ilgaz yamaçları pembe pembedir,
Üstüne duman çökmektedir şimdi
Hasretle yanan gönül bendedir.
Anam gözyaşları dökmektedir şimdi.

Hocamız, burada rahatım yerinde herhangi bir sıkıntım yok diyor. Gençlere söyleyeceğin bir şey var mı diyorum.
Eski bir eğitimci olarak başarının temelini çalışma oluşturur çalışın çalışın çalışın diyerek gençlere başarılı bir eğitimin anahtarını açıklıyor.
Ayrılık vakti gelince elimi uzattım. Hoşçakal Hocam dedim.
Kastamonu Taş Mektebin Emekli Müdürü tertemiz tıraşlı yüzü, ütülü elbisesi, boyalı pabuçlarıyla tam bir Kastamonu Beyefendisi elimi sıktı.
—Güle güle evladım dedi.
Yine beklerim. Ben hep buradayım.
Huzurevinden aşağı inen yoldayım.
Sırdaşı sazının tezenesinden yükselen sesler aklıma düşüyor.

Eğer bizi sual eden olursaBoynu bükük benzi soluk yar söyle.

24 Kasım Öğretmenler günün kutlu olsun hocam.
Daha nice yıllara.

2 Kasım 2009 Pazartesi

ZAMANIN DURDUĞU DÜKKAN..

























































































































YİTİK BİR MESLEĞİN SON USTALARINDAN
KEMAL KÖSE
77 yıllık ömrünün büyük kısmı bakıra çekiç sallamakla geçen bir değerimiz Kemal Köse.Bu sanatın gerçekten erbabı ustamız ile yitip gitmekte olan mesleğinin inceliklerini anlattığı bir yolculuğa çıkaralım istedik sizleri.

Yer Kastamonu.
Zaman İkinci Dünya Harbi zamanıdır. Kıtlık yokluk yılları.
Taş mektepte Zanaat okulunda okuyan Kemal KÖSE çok üzgündür. Babasını kaybetmiştir ve çalışması gerekmektedir.
Okulunu bırakır.
Bir meslek seçimi yapması istenir.
Annesi Oğlunun yağlı kirli değil de temiz bir mesleği olmasını diler.
—Hani şöyle tertemiz kıyafetli bir berber, ya da kunduracı olsan oğlum, çırak duruversen onlardan birinin yanına der.
Komşu kadın kulak misafiri olduğu konuya dalar.
—Hanım boş ver onları asıl para bakırcılıkta. Bakırın tozu bile paradır bilmez misin bak benim adama. Bakırcılık yapar ve gül gibi geçinir gideriz.
Bakırcı karısının dediği aklına yatar küçük Kemal’in
Okuldan ayrılıp Bakırcılar çarşısına çırak girer.
İşte bu küçük öykü, yetmiş beş yıldır süren bir koca bir hayat hikâyesinin başlangıcıdır.
...
Çalışkandır Kemal, çok da dürüsttür. Ölesiye çalışarak O zor yılları atlatırlar.
Kemal’in yaşı ile birlikte hayalleri de büyümüştür.
Çılgındır Kemal, Ne de olsa kanının en deli aktığı yıllardadır.
O zamanın tüm gençlerinin olduğu gibi O’nun da tek hayali bir motosiklettir.
Gün gelir o motosikleti alır. Kemal motosikletiyle yaz kış dağ bayır dolanır. Kimi zaman Lapa lapa kar yağarken Daday’a çay içmeye gitmekten çekinmez.
Yerler karla buzla kaplıyken Beş değirmenlere yemek yemeye gitmeyi normal sayar.
Şapka inkılâbının kutlamalarında stadyumda alevli çemberden motosikletiyle atlaması ise çılgınlıkta ulaşacağı son noktadır.
Askerlik, evlilik çoluk çocuk derken geçen yıllarla birlikte Kemal artık Kemal Usta olur.
O ağır başlı oturaklı bir ustadır.
Kemal Usta bir gece rüyasında üç aksakallı dede görür, ellerini öper, yüzünü öpmek isterken pir-i faniler başını çevirirler. Ağzım içki kokuyor o yüzden başını çevirdi diye düşünür.
O gün bu gün içkiden uzak durur. Hacca gider, dükkânları olur, evi olur.
Tüm malvarlığını bileğine ve bakırcı çekicine borçludur. Dürüst çalışmanın ödülüdür.
Aradan uzun yıllar geçer.
Kemal Usta artık emeklidir. Ara sıra oğlunun dükkânına gelip eski günlerin hatırına bir iki maşrapaya çekiç sallar.
Münire Medresesinde KÖSEOĞLU BAKIRCILIK var. Nasrullah tarafından girişte ilk dükkan.. Kendisini orada bulabilirsiniz.
Ben de tesadüfen girdiğim bu dükkânda yitik bir mesleğin son ustalarından birini bulmuştum. Hiç bırakır mıyım o nasıl bu nasıl dedikçe dedim.
O da maşrapa nasıl yapılır abdest ibriği nasıl yapılır uzun uzun anlattı. Anlamadığımı görünce,
—Dur bakalım senden kurtuluş yok deyip tezgâhın başına geçti, aldı eline çekici, uygulamalı olarak gösterdi.
Birkaç dakikada iş bitmişti.
—Eee Kemal ustam bu kadar mı deyince yok daha bunun kaynatılması gerekir. Dedi.
—Ne zaman yapacaksın Ustam dedim.
—Yarın gel senin için ocağı yakayım hatta eskiden bakır kapları yaptığımız makineyi de çalıştırırım belki dedi.
Gözlerim parladı.
Yarın öğle namazından sonra diye sözleştik.
Ertesi gün namazdan sonra Kemal ustamın yanındaydım.
—Yahu senden kurtuluş yok mu dedi.
—Yok dedim. Gülüştük.
Kemal Ustam benim acele ettiğimi görünce,
—Hele biraz otur bakalım diyerek bir çay söyledi. Çayı içerken bakır maşrapanın ağız yaralarına iyi geldiğini, hazır cezvelerin kahvenin köpüğünü kaçırttığını, Solak biri için kahve cezvesi yaptığını, bakır kazanların, kapların yemeklerinin daha lezzetli olduğunu anlatırken benim aklım tezgâh ve ocaktaydı.
—Çayım bitti ustam hadi gidelim dedim.
Kemal Ustamla yola çıktık. Bir poşette iki maşrapa iki kapak var. Bal kapanını, Cem sultanı geçiyoruz. Esnafın hepsi ustamı tanıyor. Hal hatır sorarak ilerliyoruz.
Bakırcılar çarşısında artık ben de tanındığım için,
—Oo bizim gazeteci yine gelmiş diyorlar.
Kemal ustamın dükkânına giriyoruz, kapı açık içi ağzına kadar bakır kaplar, soba malzemesiyle dolu. Nedir bunlar diyorum.
Komşunundur hele ocağı bir yakayım önce diyor.
Kok kömürünü, çam kömürüyle tutuşturmak gerekirmiş. Kemal Ustam ocağı yakıp işe başlıyor. Bende ha bire fotoğraf çekiyorum.
Maşrapaları ak kor haline kadar ocakta ısıttı. Daha sonra içine kaynak tozu attı. Tekrar ısıtıp kaynamalarını bekledi. Sonra suya atıp soğuttu. İşini bitirince, Şimdi de makineyi çalıştıralım deyip basit bir kayış kasnak sistemi ve kalıplar yardımıyla çalışan ve sıvama yöntemiyle bakır levhalara şekil veren makinenin başına geçti.
Kendini belinden makineye bağladı. Bağlanmazsan yapamazsın deyip eline aldığı kalıpla bakır levhaya abandı. Müthiş bir gösteriydi. Eski çağlarda hissettim kendimi. Zaman bu dükkânda durmuştu sanki.
Az önce bakır düz yuvarlak bir levha Ustamın elinde kısa sürede bir kapağa dönüşmüştü.
—Yeter mi efendi gördün mü dedi.
Sesim de nefesim de kesilmişti.
Komşu esnaf kapıdan seslendi,
—Hacım çay hazır çırağını da al gel.

Kastamonu’da artık hiç bakırcı yok.
Kurs açalım öğrencileri eğitelim demişler. Devlet günlük olarak 15 TL verdiği halde başvuran olmamış.
Bakırcılık dendiğinde sadece mutfak eşyası olarak anlaşıldığı sürece daha da bulunmaz.
Ama artık bakırı çağdaş bir dekorasyon aracı olarak kullanmamızın vakti geldi.
Oteller, hastaneler, büyük küçük işyerleri evlerin en güzel köşeleri bakırdan üretilen el emeği göz nuru eşyalarla dolsun.
Ucuz kalitesiz Uzakdoğu mallarıyla değil.